Kapitalist devletin kendi yasalarını dahi yok saydığı, pek çok yargı kararını tanımadığı bir dönemdeyiz. Son günlerde en çok tartışılan gündemlerden biri siyasal davalarda yargının aldığı kararlar ve AKP-MHP rejiminin bu kararlara karşı aldığı tutumdur: Anayasa Mahkemesi’nin/AYM Can Atalay’a tahliye kararını Yargıtay 3. Ceza Dairesi tanımadı. AHİM’in birden fazla kararına rağmen Selahattin Demirtaş hapiste tutuluyor. Cezası dolan Gülten Kışanak’ın tahliye edilmesi engellendi. AİHM yıllardır hukuksuz bir şekilde hapiste tutulan Osman Kavala’ya verilen cezayı hak ihlali saydı. Rejim AYM kararlarına uymadığı gibi AHİM’i ise tanımıyor. Yıllardır devam ettirilen Kobani Davası’nın her duruşması ise bir “hukuk skandalı” olarak kayda geçiyor. Otuz yıldan beri zindanlarda olan tutsaklar tahliye edilmiyor vb… Burjuva Cumhuriyet’in yüzüncü yılında “demokrasi şöleni” böyle oluyor.
Ekonomik kriz derinleşip, rejimin meşruiyeti dibe vurdukça toplumsal muhalefetin bütün kesimlerini hedef saldırganlık daha da şiddetlendiriliyor. Rejimin saldırısı iki koldan ilerliyor: Bir yandan devrimci ilerici güçleri zindanlarda tutuyor, öte yandan bir dizi eli kanlı faşist tetikçiyi, kadın katilini, mafya babalarını, çete başlarını serbest bırakıyor. Hukuk ve adalet ölçüleri bağlamında bakıldığında durum “akıl almaz” gibi görünse de mesele açıktır; sermaye adalete/hukuka ne kadar ihtiyaç duyuyorsa bugün adalet de hukuk da o kadardır.
Bugün için o “adalet” ve “hukuk” mahkeme salonlarında, zindanlarda, sokaklarda toplumsal muhalefetin devrimci ilerici unsurlarını yok etmeye, sindirmeye odaklı çalışıyor. Çünkü sermaye devletinin ihtiyaç duyduğu sindirilmiş, susturulmuş bir toplumdur. Daha rahat sömürmek, daha rahat dinci gerici politikaları uygulamak için kendilerine dikensiz bir gül bahçesi yaratmaya çalışıyorlar. Bunun için yağma/talan ve gericilik düzenine karşı çıkan her gücü ortadan kaldırmak ya da sindirmek istiyorlar.
***
Geçtiğimiz hafta Hrant Dink’in katili tetikçi Ogün Samast tahliye edildi. Kuşkusuz Hrant’ın katledilmesinin sorumluları tetiği çeken caniden ibaret değil. Cinayet öncesinde uzunca bir süre devam eden provokasyon, ardından harekete geçen faşist-kontra devlet aygıtı tarafından katledildi Hrant Dink. Aradan geçen on altı yılda cinayetin failinin sermaye devleti ve o dönem işbaşında olan AKP-FETÖ koalisyonu olduğu bütün çıplaklığıyla görüldü. Emniyet müdürleri, istihbarat örgütlerinin şefleri, askerler, albaylar, valiler, bakanlar… Ogün Samast’a gelene kadar liste uzayıp gidiyor. Tüm bunlar bilinmesine rağmen sadece birkaç tetikçiye ceza verildi. Öyle ki, saray rejimi o tetikçileri de ilk fırsatta salıverdi. Ogün Samast örneğinde olduğu gibi bir süre hapishanelerde misafir edildiler ve iyice semirtilip serbest bırakıldılar.
Hrant cinayetini planlayanların yargılanmayışı, tetikçinin ise serbest bırakılışı, devletin bu tür olaylarda her zaman izlediği yoldur. Zira bu devlet kurulduğu günden beri “faili meçhul” bırakılan bir dizi katliam ve cinayet işlemiştir. Daha kuruluş sürecinde komünist önder Mustafa Suphi ile yoldaşları Karadeniz’de büyük bir vahşetle katledildi. Kürt ve Alevi halkları daha Cumhuriyet’in ilk yıllarında ağır bir imha ve asimilasyon saldırısına maruz bırakıldılar. Zini Gediği, Zilan Deresi, Dersim Katliamları burjuva cumhuriyetin ilk on yılları içinde gerçekleşirildi. Bunları Rum, Ermeni ve Yahudi halklarını hedef alan 6-7 Eylül talan ve katliamı izledi. Maraş, Çorum ve Sivas’ta alevi emekçiler vahşi katliamların hedefi oldu. 90’lı yıllarda ise Kürt Halkı’na dönük imha, inkar ve asimilasyon saldırıları doruk noktasına ulaştırıldı. Binlerce Kürt köyü TSK tarafından yakıldı. On binlerce Kürt JİTEM eli ile faili meçhullere kurban gitti. Vartinis’te bir ailenin diri diri yakılması, Musa Anter’in katledilmesi, Kanlı Newrozlar ile saldırılar devam etti. Roboski’de çoğunluğu çocuk onlarca Kürt köylüsü TSK tarafından bombalandı. Hendeklerde süren direnişte kadın, çocuk, yaşlı demeden binlerce kişi bombalandı, kurşunlandı, bodrumlarda kimyasal silahlar ile katledildi. Öyle ki faili meçhullere, JİTEM’in katliamlarına karşı Kürt Halkı’nın avukatlığını yapan Amed Barosu Başkanı Tahir Elçi kentin ortasında dört ayaklı minarenin yanı başında canlı yayında göz göre göre katledildi. Suruç, Amed, Ankara Katliamları ise daha birkaç yıl önce yaşandı.
Kuşkusuz Türk sermaye devletinin tarihi katliamlarla doludur. Bu katliamcı maya devletin kuruluşundan bugüne süregelmiştir. Ancak halkları hedef alan imha, inkâr ve asimilasyon saldırılarına rağmen, egemenler kendilerine dikensiz bir gül bahçesi yaratamadılar.
Güya katliamları soruşturan düzenin “hukuk ve adalet” sistemi işlenen suçlara ortak olmanın ötesine geçmedi. Devletin kimi suçlarını incelemek isteyen az sayıda savcı ise iktidar tarafından susturuldu. 90’larda katledilen Musa Anter ve daha birçok Kürt köylüsünün davası iktidar tarafından zamanaşımına uğratıldı. Sivas Katliamı’nın tutuklu sanığı kalmadı. Tayyip Erdoğan’ın “özel affı” ile hepsi serbest bırakıldı. JİTEM davalarında katiller korunup kollandı. 30 yılı aşan yargılama süreçleri ile bütün davalar zamanaşımına uğratıldı!
Tablo ibret vericidir. Ancak katilin ismi, cismi ortada: Şişli Sebat Apartmanı önünde Hrant’ı vuran da Amed Dört Ayaklı Minare önünde Tahir Elçi’yi katleden de aynı devlettir. Kurşunlanan, bombalanan, yakılan Kürt köylüleri ile Ankara Gar’ında katledilen yüz dört emekçinin katili de aynı aygıttır.
Bu tiksinti verici şiddet döngüsü, kokuşmuş sermaye düzeninin “fıtratında” mevcuttur. Dolayısıyla sorunun köklü çözümü için bu düzenin yıkılması gerekiyor. Kuşkusuz ki bu, rejimin vahşi şiddetine karşı güncel mücadelenin önemini hiçbir şekilde azaltmaz. Her koşulda hem planlayanlardan hem tetikçilerden hesap sormak için mücadelenin yükseltilmesi gerekiyor. Zira “faili meşhur” bütün bu cinayetler bizleri hedef alıyor! Bunları durdurmak için örgütlenmek, gücümüzü büyütmek zorundayız. Kanlı provokasyonların boşa çıkarılması ve katliamcılardan gerçekten hesap sorulması ancak örgütlü bir toplumun mücadeleyi yükseltmesiyle mümkündür!
S. Dede