Geçtiğimiz günlerde sermaye iktidarı, kitle eylemlerinde ve hak arama mücadelelerinde yaşanan polis terörünün, işkence ve zorbalığın teşhir edilmesini engelleyebilmek için harekete geçti. Emniyet Genel Müdürlüğünce bir genelge yayınlandı. Genelgede eylemlerde ses ve görüntü alınması yasaklanırken, polislerin kaydedilmesinin engellenmesi ve bunu yapan kişiler hakkında adli yaptırımlar uygulanması istendi.
Kamuoyunda büyük tepkiyle karşılanan genelge basın ve ifade özgürlüğüne açık bir saldırı olduğu gibi, düzenin mevcut hukukuna dahi aykırıdır. Gerici-faşist iktidarın duyduğu büyük korkunun doğrudan bir ürünüdür. Basın emekçileri bu genelgeyi tanımayacaklarını belirtip geri çekilmesini isterken, onlarca baro ve hukuk örgütü genelgenin hukuksuzluğuna işaret edip iptali için dava açtı.
Elbette ki söz konusu genelgenin şaşırtıcı bir yanı yok. Çünkü sermaye iktidarı halihazırda burjuva hukukunu bile kendi lehine kullanamadığı takdirde ayaklar altına alıyor. Devrimci, ilerici, muhalif basına her fırsatta saldırıyor. Geçtiğimiz günlerde TGS’nin Dünya Basın Özgürlüğü Günü vesilesi ile yayınladığı rapor ve Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünün dünyadaki 180 ülkenin basın özgürlüğü karnesi bunun özetini oluşturuyor. RSF’nin hazırladığı raporda, 2021 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’ne göre Türkiye, 153. sırada yer alıyor. Muhalif, devrimci ve ilerici gazeteciler “tek adam rejimi”nin zindanlarına dolduruluyor. Söz konusu genelgenin ve yanı sıra birçok faşist baskı ve zorbalık uygulamasının nihayetinde tek bir amacı var. O da çürümeye yüz tutmuş AKP-MHP iktidarını ve sefil çıkarlarını korumak, çöküşünü engellemektir.
Gerici-faşist iktidarın çöküş korkusu uzun süredir biliniyor ve pek çok somut örnekte görülüyor. Gezi Direnişi ile başlayan ve her toplumsal hareketlilikte hortlayan bu korku, daha geçtiğimiz aylarda gençliğin Boğaziçi Direnişi çıkışında, kadınların İstanbul Sözleşmesi’nin iptalinde sokaklara inmesi gibi süreçlerde çok net bir şekilde görüldü. Sermaye devleti bu süreçte ev baskınları, gözaltı ve tutuklama saldırıları gerçekleştirdi. Sokak eylemlerine azgın ve pervasız bir şekilde saldırdı. Açıktan saldıramadığı eylemler sonrasında bile (8 Mart eylemleri, Newroz mitingleri vb. gibi) ev baskınlarını ve soruşturmaları devreye soktu. Dahası sokaklarda, fabrika önlerinde irili ufaklı, en basit hak arama eylemleri dahi sermaye devletinin keyfi yasaklamaları ve azgınca saldırısı ile karşılaştı. Bu süreçlerde yaşanan devlet terörü, polis işkencesi, insanlık onuruna aykırı dayatmalar toplumda bir öfke uyandırdı.
“Tek adam rejimi”nin meşruiyetini yitirdiği, işçi ve emekçilerde, gençlikte ve kadınlarda büyük bir öfkeyi mayaladığı gün gibi ortadadır. Söz konusu genelge de baskı ve zor aygıtları ile bu çürümüş ve çökmekte olan rejimi bir gün daha ayakta tutabilme çabasının ürünüdür.
Pandeminin daha da ağırlaştırdığı sömürü koşulları altında işçi sınıfı, iradeleri yok sayılan Kürt halkı, eğitim hakları gasp edilen gençlik, artan kadın cinayetleri, taciz ve tecavüze karşı kadınlar toplumsal mücadelenin en diri dinamikleri olarak sık sık harekete geçmektedirler. Genelgenin tam da böylesi bir dönemde, 1 Mayıs öncesi yayınlanması dahi tesadüfi değil. Bu dinamiklerin 1 Mayıs’ta birleşmesi, sokakları-meydanları doldurabilecek olmasının yarattığı korku sermaye iktidarını bu sefil genelgeyi yayınlamaya mecbur bırakmıştır. Fakat çürümüş bir rejimin faşist baskı ve zorbalıkla sonsuza kadar ayakta tutulamayacağı açıktır.
Tüm toplumun geleceksizliğe mahkum edildiği, sömürünün, işsizliğin, açlığın ve yoksulluğun arttığı, yaşamın çekilmez hale getirildiği bir dönemden geçiyoruz. Sermaye diktatörlüğünün geleceğimize, hak ve özgürlüklerimize yönelik bu saldırılarını ancak birleşik, kitlesel, militan bir mücadele ile püskürtebiliriz.