İşkenceci-katil Mehmet Eymür’ün T24’ten Gökçer Tahincioğlu’na verdiği röportaj bir kez daha sermaye devletinin işkenceci-katil yüzünü gözler önüne serdi. Devletin kanlı tarihiyle ilgili bu gerçekler elbette biliniyordu. Bu sefer MİT’in eski şeflerinden biri bunları itiraf etti ve arsızca savundu.
Eymür, verdiği röportajda işkencenin, katliamların devletin bekası için gerekli/meşru olduğunu savunuyor. Eski MİT şefi bu azılı katil, röportaj boyunca devletin katliamcı/kontra icraatlarını meşru göstermeye çalışıyor. Katil Eymür ilk defa konuşmuyor. MİT’ten atıldıktan sonra ABD’ye gitti ve “atin” adlı bir sitede itiraflarını yazdı. Eymür sermaye devletinin kanlı tarihinin önde gelen temsilcilerinden biridir. 12 Mart, 12 Eylül, ‘90’larda devlet şiddetini organize edip uygulayanlar arasında yer almıştır. Eymür’ün ağzından dökülenler devletin katliamcı geleneğinin bir itirafıdır yalnızca. Bu katilin ortaya çıkıp açıklamalar yapması, işkenceyi ve devrimcilerin katledilmesini savunması, bu suç itirafına rağmen düzen yargısının konuyla ilgilenememesi, sermaye devletinin merkezinde yer alan kontra yapının ne kadar etkin ve pervasız olduğunu bir kez daha hatırlattı.
Sermaye devleti her dönem işçilere, emekçilere, devrimcilere yönelik baskı ve zor politikaları uygulamıştır. Yükselen toplumsal muhalefeti bastırmak için kimi zaman devletin “resmi” yüzüyle kimi zaman ise çete-mafya aparatları ile terör estirilmiştir. Mafya, tarikat, çete, hırsız şebekesi işbirliğinin egemen olduğu süreçte çürüyen düzen ve çeteleşen devlet gerçeği gün yüzüne çıkmaktadır.
Eymür’ün röportajında “menfaat bulunduğu sürece meşrudur” dediği “işkenceci devlet”in sicili katliamlarla doludur. Geçmişten bugüne çürüme kokuları her yanı sarmıştır. Rejimdeki çürüme, devletin on yıllara yayılan faşist baskı ve zorbalığa dayalı politikasının dolaysız sonucudur. 1960’lı yıllarda dinci gericiliği “Komünizmle Mücadele” adı altında kullanan devlet, 1970’li yıllarda yükselen devrimci hareket ve toplumsal muhalefeti bastırmak için kontrgerilla yöntemleri ile MHP’nin faşist çetelerini sokaklara saldı.
“‘60’lı yıllardan itibaren, kapitalist gelişmenin modern sınıfları belirginleştirmesi ve işçi sınıfı eksenli modern sınıf mücadelesinin gelişmesi ölçüsünde, devletin gelişen toplumsal muhalefete karşı şiddetini nasıl ölçüsüzce kullandığını biliyoruz. Örnek olarak veriyorum; 1965 yılında Zonguldak kömür işçileri en masum talepler uğruna direnişe geçtiklerinde, bu direniş hava kuvvetleri de dahil ordu birlikleri seferber edilerek bastırıldı ve bu arada iki direnişçi işçi katledildi. Sonraki yıllarda sayısız fabrika ve toprak işgali gerçekleşti, bu işgallerin çoğunun polis ve jandarma terörüyle kırıldığını biliyoruz.” (“Katliamcılık bu devletin mayasında var”, H. Fırat, Kızıl Bayrak, 2001, Sayı 1, 6 Ocak, kizilbayrak.com)
NATO’ya bağlı “milliyetçi” geçinen Özel Harp Dairesi yeterli gelmediğinde, ABD ve NATO’nun hizmetindeki generallere 12 Eylül 1980’de faşist darbe yaptırıldı. Gelişen toplumsal muhalefet darbe ile bastırıldı. 1980’li yılların sonundan 2000’li yıllara kadar hem Kürt halkına hem devrimci harekete karşı kontra güçleri kullanan sermaye iktidarı, “Susurluk kazası” ile pisliklerini akıtırken kanlı icraatlarına da devam etti. Bu politikanın en vahşi halkalarından biri hapishanelerdeki katliamlardır. 2002 yılında ise AKP emperyalistler ve sermayenin kodaman takımı tarafından iş başına getirildi. Bu rejim 19 yıldır sermayeye ve emperyalizme hizmet ederken, köşe başlarını tutan saray ve beslemeleri rant ve yağmadan payını almıştır. İktidar ve rant paylaşımı etrafında başlayan kavga, Saray rejiminin çıkmazının bir ürünü olarak derinleşerek devam ediyor.
Eski MİT şefinin itirafları, egemenler arası çatışmanın bir yansıması sayılıyor ve neden şimdi tekrar devreye sokulduğuna dair farklı yorumlar yapılıyor. Vurgulanması gereken temel nokta ise görüldüğü üzere sermaye devletinin kanlı katliam geleneğinin sürdürücüsü olarak AKP-MHP iktidarının yine aynı yol ve yöntemlere başvurarak ayakta durmaya çalışmasıdır.
Ülke, yağma ve ranttan beslenen ve saray rejimi etrafında öbeklenmiş çetelerin, mafya artıklarının, tarikatların paylaştığı bir rejim tarafından yönetiliyor. Bu iğrenç tablo, bugün dümeninde AKP-MHP koalisyonunun bulunduğu sermaye iktidarının görüntüsünden başka bir şey değildir.
İşkenceciler konuşurken, çeteler salındı
Eymür’ün itiraflarının gündeme geldiği günlerde mafyatik rejimin yargısı, faşist Kürşat Yılmaz’ın yeniden yargılama talebini dosyadaki bir kısım suçlar yönünden kabul etti. Suç örgütü elebaşı, yapılan yeniden “yargılama” sonucunda 32 yıllık cezadan beraat ettirildi. Faşist partinin şefi Devlet Bahçeli’nin “kahraman” ilan ettiği bu çete elebaşları birer birer serbest bırakıldı. MHP şefi, Demirtaş’ın serbest bırakılma talebi üzerine şunları söylemişti:
“Peki, ülkü ve ülke sevdalısı olan, davalarının gözü kara yiğitleri olarak bilinen mesela Alaattin Çakıcı, mesela Kürşat Yılmaz, 100 bin ülkücünün imzasıyla aday gösterilseydi, bu kahramanlarımız için de cezaevinden çıkarılmaları için bir kampanya yapılacak mıydı? Bu kardeşlerimizi taş duvarların ardında çürümeye terk etmek ne kadar adil ve adaletlidir?”
Kürşat Yılmaz 12 Eylül askeri faşist darbesi öncesi Ülkücü Gençler Derneği’nde (ÜGD) yöneticiydi. ‘90’lı yıllar boyunca devletin aparatı olarak kullanılan çetelerin önde gelen isimlerinden biriydi. Bu “suç makinası” kişi Kuşadası Belediye Başkanı Lütfi Suyolcu’nun öldürülmesinin faili olarak yargılandı. Rant ve kumar açısından öne çıkan yerlerden biri olan Kuşadası, Susurluk kazasında da geçmiş, ölenlerin buradaki bir “toplantıdan” döndüğü belirtilmişti. Devlet Bahçeli’nin bu “kahramanı”; “çıkar amaçlı suç örgütü kurmak, yönetmek, nitelikli yağma, tehdit, kasten yaralama, kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma” gibi suçlardan 66 yıl 3 ay 15 gün hapis cezasına çarptırılmıştı.
Kürşat Yılmaz’ın saray rejimi tarafından serbest bırakılması, devletin çete/mafya şeflerini kullanmaya devam edeceğinin işaretlerini veriyor. Daha önce de ülkücü-katil Alaattin Çakıcı serbest bırakılmıştı. Alaattin Çakıcı geçen yıl Yalıkavak Marina’da eski Susurluk hükümlüsü Mehmet Ağar, Korkut Eken ve emekli Özel Kuvvetler Komutanı, MHP eski milletvekili Engin Alan ile birlikte poz vererek, “kontr-gerilla yine iş başındadır” mesajı vermişlerdi. Bu poz, AKP-MHP iktidarının mirasını kimlerden devraldığını, nasıl bir çete-mafya-devlet düzleminde yükseldiğini özetlemektedir.
Çürüyen düzen ve çeteleşen devlete karşı devrimci sınıf hareketi
Sedat Peker’in ifşaatları, Mehmet Eymür’ün itirafları, Kürşat Yılmaz’ın serbest bırakılması dinci-faşist rejimin içerisinde olduğu çıkmazların derinleştiğini gösteriyor. Rejimin açmazları derinleştikçe, bir araya getirdiği onlarca çıkar grubunun sesleri daha çok çıkmaya başladı. Ancak bu çatlaklardan çıkan sesin her dönem için işaret ettiği gerçek şu ki, AKP-MHP iktidarı, çareyi içeride baskı ve zorbalığı tırmandırmakta, dışarıda ise emperyalist güçlere koşulsuz hizmet ederek desteklerini almakta arıyor. Her geçen gün tırmandırdığı faşist zorbalıkla kendisini hedef alan toplumsal öfkenin sokağa taşmasını engellemeye çalışıyor. Sermaye devletinin kanlı tarihini devralan Saray rejimi gerek SADAT gibi kontra yapılar, gerekse kullandığı çeteler eliyle ömrünü uzatmaya çabalıyor.
Derinleşen kriz, artan hayat pahalılığı, yoksulluk ve işsizliğin artması işçi ve emekçilerde öfke ve tepki biriktirmektedir. AKP-MHP iktidarı için bunun karşısında baskı ve terörü tırmandırmanın, kirli yöntemleri devreye sokmanın dışında bir seçenek görünmüyor. Öte yandan saray rejimi ile devlet içindeki diğer kliklerin çatışması da kontrgerilla artıklarının öne çıkmalarına zemin hazırlıyor.
İşçi ve emekçilere yönelecek bu kirli yöntemlerin boşa düşürülmesi ise ancak işçi sınıfının devrimci bir güç olarak tarih sahnesine çıkması ve toplumsal muhalefeti kendi ekseninde birleştirmesi ile mümkündür. 1996 yılında Ekim’de yayınlanan “Çürüyen düzen, çeteleşen devlet” yazısında yer alan vurgular güncelliğini korumaktadır:
“Çürümüşlük ve kokuşmuşluk tablosunun gerisinde bir sınıf egemenliği durmaktadır. Çürüyen ve kokuşan bu sınıfın, tekelci burjuvazinin egemenliğidir. Her türlü pisliğin kaynağı bizzat bu sınıfın kendisidir. Şu açık bir gerçektir ki, bu sınıfın karşısına bu sınıfı alt edebilme yeteneğine sahip bir başka sınıf çıkarılamadığı koşullarda, düzen ortaya saçılan pisliklerinin üzerini örtmekte fazla güçlük çekmeyecektir. Tüm ezilenlerin mücadelesine önderlik edebilme yeteneğine sahip biricik güç olarak işçi sınıfı iktidar mücadelesi alanına çıkarılamadığı sürece, tüm çürümüşlüğüne ve kokuşmuşluğuna rağmen, sermaye düzeni egemenliğini sürdürmeyi başarabilecektir. Fakat düzenin bu kadar kokuştuğu, devletin bu denli çürüdüğü ve adi bir suç çetesine dönüştüğü bir durumda, böyle bir karşı gücü yaratmak her zamankinden daha çok olanaklıdır.” (Ekim, Çürüyen Düzen Çeteleşen Devlet, Sayı:156, 1 Kasım 1996)