Düzen siyasetinin açmazları sürerken, siyasal kriz dinamikleri de büyüyor. Dış politikadaki sorunlu pratik, yolsuzluk davalarının Reza Zarrab ile tekrar güncellenmesi, ABD ve AB ile girilen polemikler, fırlayan döviz kurları, yüksek enflasyon, artan işsizlik, kötüleşen ekonomi tablosuna bağlı olarak biriken sosyal sorunlar, OHAL ile ayyuka çıkan hukuksuzluklar ve bunların biriktirdiği tepki kurulu düzenin dengelerini zorluyor. “Sermayenin demir yumruğu” olarak iş görse de, Erdoğan’ın süreci istedikleri gibi yönetemediğini gören emperyalist merkezler ve sermaye sınıfının temsilcileri artık daha yüksek sesle ‘toplumsal uzlaşma, demokrasi, insan hakları, refah’ söylemleri eşliğinde “kaygılarını” dile getirmektedir.
Düzen siyasetini yeniden dizayn etme çabaları ise çeşitli isimler öne çıkartılarak sürmektedir. Bir yandan Abdullah Gül’ün Erdoğan’a alternatif olarak öne çıkartılmaya çalışıldığı, öte yandan Meral Akşener’in İYİ Parti’sinin de hazırlandığı görülmektedir. Aşırılıklarından arınmış Erdoğan’a da, Erdoğan’sız AKP’ye de razı olanlar gelinen yerde bunun mümkün olamayacağını anlamış halde olmalılar ki, çeşitli alternatifleri piyasaya sürüyorlar. İstedikleri daha liberal ve “ılımlı” bir hükümettir. TÜSİAD ise ülke yönetimi hakkındaki kaygılarını son KHK vesilesiyle yaptığı açıklamada şu sözlerle özetledi: “Bugün ülkemizin demokrasisi ve geleceğini ilgilendiren temel alanlarda milli uzlaşma ortamının tesisi daha da önem kazanmıştır. Dünya Değerler Araştırması’na göre Türkiye, vatandaşları arasında karşılıklı güvenin en zayıf olduğu ülkelerden biridir. Birçok ülkede yüzde 60’ın üzerinde olan birbirine güven oranı, ülkemizde maalesef yüzde 12’dir. Endişemiz, son KHK ile toplumumuzdaki bölünme ve güvensizlik ortamının daha da derinleşmesidir. Bu düzenlemeler Türkiye’de demokrasi, güvenlik ve hukuk devleti görünümüne zarar verebilir.”
OHAL işlerine çok iyi gelse de belli bir süredir OHAL’in kaldırılması gerektiğini vurgulayan TÜSİAD, hemen her fırsatta ‘özgür bir ortam’ ve ‘yüksek demokrasi’ den dem vurmaktadır. Ancak biliyoruz ki, gerçekte ne demokrasiyi ne insan haklarını, ne de özgürlüğü önemsiyorlar. Her geçen gün ekonomi göstergelerinin iyiye gitmediğinin farkında olan sermayenin temsilcileri, kurulu düzenlerini krize sokacak bir hükümet, kâr oranlarını ve yatırım ilişkilerini bozarak sorun yaratan bir siyasal aktör istemedikleri gibi, ekonomik ve siyasal sorunların tetikleyeceği sosyal patlamaları da yaşamak istemiyorlar. İşçi ve emekçi kitlelerde sokağa taşacak bir öfkenin hızla Erdoğan’ı aşabilecek potansiyelini hesaba katıyorlar.
Şimdiye dek Erdoğan’ın ‘alternatifsizliği’ üzerinden özel bir somut isme ya da partiye işaret etmeseler de 7 Haziran seçimleri sürecinde görüldüğü üzere Erdoğan’ı dengeleyecek olası bir koalisyona hazırdılar. Devamında ise Erdoğan’ın devreye soktuğu kirli ve karanlık savaş konseptine, baskıcı politikalarına ve OHAL uygulamalarına esasta ses çıkarmadılar. Zira istediklerini veriyor, kârlarını katlıyorlardı. Ancak referandum sonuçlarından yansıdığı üzere, Erdoğan toplumsal bir rıza alamamakta, aksine kutuplaştırıcı ve kışkırtıcı politikalarla hareket etmekte, kendi iktidarının öncelikleri ile davranmakta ısrar etmektedir. Buna dinsel gericiliğin toplumsal dokuya müdahaleleri, eğitimin giderek gericileşmesi ve kalitesizleşmesi eşlik etmekte, karşıt her ses baskı ve hukuksuzlukla susturulmaktadır. Türkiye kapitalizmi kritik ve zor bir sürece girerken, böylesi sosyal ve siyasal sorunları kaldırma lüksüne sahip olmadıklarının da farkındadırlar. İşte bu nedenle düzen siyasetini “normalleştirme” çaba ve senaryoları devrededir.
Kuşkusuz Erdoğan da “oynanan oyunun” farkındadır! Buna göre gardını almaktadır. Etki edebildiği kitleyi bir arada tutmaya yönelik gerici propaganda sürekli devrededir. Özel bir tarzda Erdoğan, “Türkiye” olarak, “milli irade” olarak kodlanmakta, her eleştiri tehdit görülüp, darbe girişimi sayılmaktadır. Hak ve özgürlük talebi içeren içteki muhalif çıkışları bu şekilde susturarak yöneten Erdoğan, ABD ve AB ile girdiği polemikler sonrasında ise kendine karşı “haçlı seferberliği” içinde olunduğu propagandasını da “yerli ve milli” vurguları eşliğinde sunmakta, milliyetçi ve dinsel duygular kışkırtılarak çarpık bir “batı karşıtlığı” ile bilinçler bulandırılmaktadır. Şişirilen “yerli ve milli” duygularla etki altına alınan belli kesimler, son KHK düzenlemesiyle önü açılarak Erdoğan’ın hazır kıtaları haline sokulmak istenmektedir. Ayrıca Erdoğan Türkiye’si, son dönemde Afrin üzerinden dozu arttırılan savaş ve saldırganlık hevesleri ile daha karanlık ve ön görülemez bir sürece sürüklenmektedir.
Böylesi bir tabloda işçi ve emekçilerin dikkati özenle 2019’da ya da öne alınırsa 2018’de bir seçime çekilmektedir. Seçimler ‘tek seçenek’ olarak işçi ve emekçi kitlelere sunulmakta, tartışmalar buna kilitlenmektedir. Sağ ya da sol alternatifleriyle düzen partileri, seçim sandıklarından çıkacak sonuçla bir değişim beklentisini-umudunu güncel tutmayı halen başarabilmektedir. Bundan dolayı seçim alternatifleri, ittifakları ve isimler sürekli güncel tutulmakta, bilinçler meşgul edilmektedir.
Tüm bunlarla birlikte Türkiye’nin kırılgan dengesinden dolayı, seçim sonuçları hangi şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın aranan “uzlaşı” ve “normalleşme” ortamını yakalayabilecek bir tablo yoktur. Zira “Erdoğan seçimleri kazanamazsa buna uyum gösterir mi?” sorusu kadar kazanamayacağı bir seçime gider mi sorusunun cevabı da meçhuldür. Öte yandan sermaye düzenini esas kaygılandıracak olansa toplumsal muhalefet dinamiklerinin birleşmesi ve toplumda biriken öfkenin seçim sandıklarını aşarak sokağa taşma olasılığıdır. Özetle düzen siyasetini zor günler beklemektedir.