Din bezirganlarından kapitalist sömürüye gerekçeler

"Allah kelamı" diyerek sömürüyü, soygunu, baskı ve aşağılanmayı kanıksatmaya, kapitalist düzenin işçi ve emekçilere tek verebildiği şey olan yoksulluğa ve açlığa boyun eğdirmeye ve sömürü çarklarını güvenceye almaya çalışıyorlar.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 22 Ağustos 2022
  • 08:00

Derinleşen ekonomik yıkım karşısında işçi ve emekçileri çalışma ve yaşam koşulları çekilemez bir hale gelmişken, iktidar beslemelerinden tabloya gerekçe üretme kaygısıyla akla ziyan açıklamalar gelmeye devam ediyor. Ancak kara mizah olabilecek türden açıklamalar yapan bakan, bürokrat, yandaş vb. bilcümle asalağın yanı sıra sıklıkla dinsel önyargılarla sersemletilmiş emekçi kesimlerin geri bilincine hitap eden, “din referanslı” açıklamalar da bu koroya katılıyor. Varıyla yoğuyla sömürü, soygun, talan üzerine kurulmuş bu kapitalist düzende iktidar olmanın nimetlerini korumaya çalışan bir avuç yağmacının çıkarları için yapılan bu açıklamalar ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel yıkımın yanı sıra çürümenin geldiği boyutları da gözler önüne seren ibretlik vakalar olarak yaşanıyor.

Bunun son örneği İsmailağa cemaatinin “fıkıhçısı” sıfatlı Ahmet Polat'tan geldi. Cemaatin internet sitesinde yayınlanan “yoksulluk ve bereketsizlik sebepleri” başlıklı tek bir düşünce kırıntısı dahi taşımayan konuşmasında, “fakirliğin ve yoksulluğun genel nedeni bizlerin günahlarıdır” deyiverdi. Söylediklerini gerekçelendirirken şunları ifade ediyor: “Rabbimiz nimete şükretme durumunda artırmayı, nimetlerine nankörlük edilmesi durumunda ise benim azabım şiddetlidir diyerek o nimetin elimizden gidecek olduğunu söylüyor.” Açıklamanın kendi içinde bir mantık aramak gerekmiyor. Aynı zamanda, açıklamanın yayılmasının ardından kimi internet sitelerinde “çok varlıklı olanların çok şükreden ve günahı az olan insanlar mı olduğu?” sorgulaması da yapmak gerekmez.

Dinsel önyargılar, dinsel kurumlar iktidarı elinde bulunduran sınıf açısından her zaman önemli bir araç olarak kullanılmıştır. Egemenler hep emekçi kitleleri, “öte dünya avuntusu” ile denetim altına almaktan bilinçlerini bulandırmaya, sömürü ve soygunu perdelemekten içinde bulundukları içler açısı tabloya “rıza” göstermeleri vb. üzerinden gericileştirmeye, çürütmeye ve hareket edemez hale getirmeye çalışmışlardır. Sömürücü sınıfların ve onların payandalarının cephaneliklerinde söyleyecek söz sıkıntısına her dönem “Allah kelamı” üzerinden telkinler yetişmiştir. Bugün de olan budur ve işin esasında bir yenilik de taşımamaktadır. Ancak bu pislik çukurunun dibine batmışların ettikleri sözler, bu vesileyle kimi noktaların altının çizilmesine vesile olabilir.

Bu ülkede tarikatlar, cemaatler cumhuriyet tarihi boyunca sermaye düzeninin ihtiyaçlarına göre kimi zaman ön planda, kimi zaman denetim altında ve geri planda, sınırlı bir işlevle ama her zaman varlıklarını sürdürdüler. Sermaye düzeninin gelişimi, ihtiyaçlar ve açmazları temelinde karşılıklı “fayda” temelinde şekillenen bu ilişkileniş, düzeni yönetmek üzere başa gelen burjuva partilerin çaldığı enstrümana göre de biçimlenen bir araç olageldi.

Cumhuriyetin ilk yıllarında o günün ihtiyacına denk düşen uygulamalarla denetim altına alınıp geri plana itildiler. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından emperyalizmle ilişkiler, NATO üyeliği, Demokrat Parti iktidarı ve ABD'nin Türkiye'ye biçtiği misyon çerçevesinde daha belirgin hale gelen tarikat ve cemaatler, ‘60'lı yıllarda bizzat, gelişen toplumsal mücadelenin karşısına örgütlenmiş gericilik olarak çıkartılmaya çalışıldı. İpleri emperyalistlerin elinde, sermaye düzeninin ihtiyaçları çerçevesinde ilerici-devrimci mücadelenin dalgakıranı, Sovyetlere karşı devreye sokulan “Yeşil Kuşak” projesinin ise bindirilmiş kıtaları olarak kullanıldılar. 

'80 askeri-faşist darbesinin ardından ise, toplumsal mücadeleye karşı bizzat asker postalları altında dinsel gericilik çok daha hedefli ve sistematik bir yönelimle palazlandırıldı. Din, dinsel kurumlar, eğitim müfredatı vb. yanı sıra tarikatlar, cemaatler toplum yaşamında ön plana çıkartılarak belirgin hale getirilmeye çalışıldı. İdeolojik ve kültürel yanlarının yanı sıra bu aynı dönem, kendisi de Nakşibendi tarikatının müridi olduğu ifade edilen Özal'ın “serbest piyasa” üzerinden cemaatleri “tüccar eşrafı” içinde daha güçlü yer almaya davet etti. Böylece diğer birçok yönün yanı sıra işin ekonomik boyutunun da yolunu düzlemiş oldu. '80 darbesinin açtığı yol, Özal dönemi adımları ve vakıf, dernek, hayır kurumu vb. altında kurulan onlarca yapının olanaklarıyla, cemaatlerin şirketleşme yoluyla sermaye düzeni içinde ekonomik bir kabiliyet kazanmaya başlamaları '90'lı yıllar boyunca genişleyerek sürdü. Özal'ın neoliberal politikalarıyla kamunun tasfiyesi, özelleştirmeler vb. ile eğitim ve sağlık alanında yaşanan yıkım, bu yıkımın yarattığı boşlukla özel okul, dershane, özel yurt vb. ile başlayan “hayırsever” girişimler yurt içinde ve dışında “faizsiz kazanç, İslami sermaye” söylemleri eşliğinde her türlü kirli işi de içinde barındıran şirketleşmeler, kapitalist sömürü düzeni ile her türlü bağın yanı sıra ekonomik olarak da iç içe geçmiş tarikat-cemaat gerçekliğini ortaya çıkartmış bulunuyor.      

Emperyalist merkezlerde planlanarak, “ılımlı İslam” modeline uygun projelendirilen, Türkiye'deki kimi istisnalarla birlikte tarikat ve cemaatleri de bünyesine alarak kurulan AKP'nin 20 yıllık dönemi, denebilir ki bu açıdan kendinden önceki tüm zamanları fersah fersah geride bırakmış bulunuyor. Sermaye düzeni açısından dünün aparatları olan cemaat ve tarikatlar, AKP ile birlikte önce hükümet ardından da iktidar olmanın verdiği olanaklarla hatırı sayılır bir sermaye gücü haline gelmiş bulunuyorlar. '90'lı yıllarda serpilmeye başlayıp, “Anadolu Kaplanları” olarak tanımlanan “muhafazakâr” orta sınıf sermayedarların -ki neredeyse hepsi şu ya da bu tarikatın parçasıdır- AKP dönemi boyunca hızla gelişerek, bugün, büyük burjuvazinin bir kesimini temsil eder hale gelmesi gerçeği ile karşı karşıyayız.

2018 yılında Prof. Dr. Esengül Balcı'nın araştırmasına göre, ülkede belli başlı 30 tarikat-cemaat var ve bunlara bağlı 410 kol bulunuyor. Yine aynı araştırmaya göre, 2,6 milyon kişinin bu tarikat ve cemaatlerle organik bağı bulunuyor. Gelir kaynakları ise bünyelerinde bulunan şirketler ve toplanan bağışlar olarak ifade ediliyor. Ülkede bulunun 10 binden fazla özel okulun üçte biri bu yapıların sahipliğinde ve on binlerce öğrencinin kaydı bulunuyor. Aynı şekilde özel yurtların da yarısı cemaat ve tarikat yurdu olarak işletiliyor. Özel sağlık kurumlarının da bir farklılık taşımadığının altını çizmekte fayda var. Bu özel işletmeler devlet teşvikleri, hibeler vb.nin yanı sıra büyük bir ekonomik hacim anlamına gelirken, bu gerici kurumların önemli bir örgütlenme alanı olma işlevi de görüyorlar. Ancak sermaye düzeniyle kurulan ekonomik bağ sadece eğitim, sağlık ya da devasa bütçelere sahip “insani yardım vakıflarından” ibaret değil. Hazineden, belediye bütçelerinden aktarılan milyonlar da işin görünen kısmı sadece.

Paravanın arkasında çeşitli sektörlerde şirketleşmiş, onlarca şirketi bünyesinde barındıran holding sahibi cemaatler ve holding CEO’su olan şeyhler bulunuyor. Müritlerine tevekkül telkin eden şeyhler, lüks ve şatafat içinde yaşarken, holdinglerle devasa bir sermaye birikimini yönlendirirken, “hayırseverlik” namına bağış toplamaya, işe yerleştirdiği müritlerinden pay almaya da devam ediyorlar. Şeyhler, bu dünyanın nimetlerine tıka basa doyarken müritlere ve din istismarı üzerinden emekçi kitlelere, sabır ve öte dünya nimetlerinin vaadi kalıyor. Kısacası her biri birbirine bağlı ama tamamı ekonomik bir işlerlik taşıyan “dini vecibelerin” ortaya çıkarttığı uyuşturulmuş kitleler, manipüle edilmiş beyinler, holdingleşmiş tarikatlar ve cemaatler... Devlet bürokrasisi içine yerleşmiş, bakanlıkları arasında pay etmiş, devlet kurumları ya da belediye koridorlarında ihale koşturan, yeri geldiğinde “hayırsever vakıflar” aracılığıyla sermaye aktarımları yapılan, kara para aklanan, gerektiğinde her türlü kirli ve gayrimeşru işlere “din yolunda mübah” sayılarak giren çete örgütlenmeleri bunlar.

Dünün en hayırlısı, 15 Temmuz'dan sonra ise hain ilan edilen Fettullahçı çetenin, ortaya çıkmış binden fazla şirketi olduğu ifade ediliyor. Bu şirketlerin kimisinin büyük sermayelere sahip olduğu, sektöründe önemli bir pazar payını tuttuğunu biliyoruz. (Boydak, Kaynak, Koza İpek vb. milyarlarca liralık ciro sahibi holdingler) 34 hastane, 1500 okul, 1000 yurt, 15 üniversite, 733 dersane, 110 medya kuruluşu, 70 radyo ve TV, 3361 taşınmaz gayrimenkul ve bankası olan “hayırsever cemaatten” boşalan yerlerin, İsmailağa, Menzil, Süleymancılar, İskenderpaşa, Erenköy vb. tarikat ve cemaatler tarafından doldurulduğunu, Fettullahçı çeteden el konulan on milyarlarca dolarlık holding ve işletmelerin de TMSF eliyle buralara aktarıldığı yine herkesin bildiği “sırlardandır.”

Ülkerleri, İhlasları, 50 farklı şirketi olduğu ifade edilen Semerkant Vakıfları, 38 şirketi olan Server Holdingleri, rengarenk tabelaları olan ve badem bıyıklıların tepesinde oturduğu market zincirleri ve daha nicesiyle sermaye sınıfının organik parçası olan, ülkede ve dünyada yaşanan gelişmelere de kendi sınıfsal pencerelerinden bakarak açıklamalar yapan, buna uygun tutum alan tarikat ve cemaatler sermaye düzeninin çürümüşlüğünün tam göbeğindedirler.

Buradan yazının başında ifade ettiklerimize dönerek bitirelim. Geçtiğimiz yıllarda kendi bünyesinden ayrılan bir grupla marka tescili için mahkemelik olan, şeyhleri öldükten sonra holdinglerin başına kimin Ceo olarak geçeceği kavgası veren İsmailağa cemaatinin fıkıhçısının sarf ettiği cümleler, bu döneme özgü şirket politikası olarak algılanabilir. Bu somut veriler ışığında, milyarlarca liralık devlet kaynağına hükmeden Diyanet'in ısmarlama fetvalarına, “zamlar Allah tarafından yapılıyor” belirlemesine, işi arsızlık boyutuna vardırmış İsmailağa cemaatinin fakirlik gerekçelendirmesine, geçmişte Cübbeli'nin “kıdem tazminatı caiz değildir” söylemlerine ya da İstanbul Müftülüğü’nün Allah’a güvenin sarsmamak için “iş cinayetleri için alınacak tedbirlerde ölçülü olunması gerekir” yaklaşımına daha gerçekçi ve sınıfsal bir perspektiften bakılabilir.

Onlar kendi ait oldukları sömürücü sermaye sınıfının ihtiyaçları çerçevesinde dinsel kılıflarla emekçi kitlelere “sabır” telkin etme görevini yerine getiriyorlar. “Allah kelamı” diyerek sömürüyü, soygunu, baskı ve aşağılanmayı kanıksatmaya, kapitalist düzenin işçi ve emekçilere tek verebildiği şey olan yoksulluğa ve açlığa boyun eğdirmeye ve sömürü çarklarını güvenceye almaya çalışıyorlar. Ancak er ya da geç o çarklar kırılacak, işçi sınıfı ve emekçilerin sömürüyü ortadan kaldırma mücadelesi, bu din bezirganlarını ve ait oldukları sermaye düzenini yerle bir edecektir.