Devrimci alternatif sorumluluğu

Derinleşen çok yönlü krizlerin soluksuz bıraktığı Türkiye’nin kapitalist düzeni, dinci-faşist gericiliğin daha da ağırlaştırdığı sorunlarını aşma imkanlarından yoksun bulunuyor. Bundan dolayıdır ki, kendi bünyesinden bu sorunları biraz olsun hafifletecek bir alternatif dahi yaratamıyor.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 22 Temmuz 2020
  • 14:01

Çok yönlü bir kriz içinde debelenen dinci-faşist iktidar, konumunu koruyup sürdürebilmek için, din istismarına ve kudurgan bir şovenizme dayalı saldırgan politikalarını içerde ve dışarda yeni adımlarla tırmandırıyor.

Kirli ve kanlı icraatlarla kuralsız ve keyfi bir tek adam rejimini inşa eden AKP gericiliği, 18 yıllık iktidarı boyunca tüm insani, manevi ve kültürel değerlere ölçüsüz bir kinle saldırdı. Yalanı, sahtekarlığı, iftirayı, ikiyüzlülüğü ve ahlaksızlığı kimlik edindi. Yolsuzluk, hırsızlık, yağma, talan ve israf, zorbalık, haksızlık ve adaletsizlik egemen düzen haline geldi. Kadın cinayetleri ve çocuk tecavüzleri olağanlaştı. İş cinayetleri tırmandı. İşsizlik ve yoksulluk katlanılamaz boyutlara ulaştı. Rant uğruna doğa büyük bir hoyratlıkla tahrip edildi.

Tüm bunları uygarlığa, insanlığın kültür ve sanat mirasına düşmanlık tamamladı. Son Ayasofya kararı bunun güncel bir örneği oldu. Erdoğan’ın talimatıyla Danıştay Ayasofya’yı müze haline getiren kararı iptal etti. 1934 yılında müzeye dönüştürülen ve UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan Ayasofya camiye çevrildi. Böylece AKP iktidarının, Türkiye’nin çok dinli, çok kültürlü ve çok kimlikli yapısını korumaya özen gösterdiği yalanı ve ikiyüzlülüğüne dayalı demagojik propagandası da çökmüş oldu.

Ayasofya’ya ilişkin karar içerde ve uluslararası planda tepkilere konu oldu. ABD, AB, Rusya ve Hristiyan dünyası alınan karardan duydukları hayal kırıklığını dile getirdiler. Türkiye’nin “dinler ve kültürler arası diyalog ile bir arada yaşam ve hoşgörünün korunması konularında sorumluluğu bulunduğunu” ve bu kararın“ortak Avrupa kültürüne ve uluslararası topluma karşı derin bir provokasyon” olduğunu belirttiler. Türkiye ile yürütülen Avrupa Birliği’ne tam üyelik müzakerelerine son verilmesi gerektiğini savundular, vb...

Düzen partileri ise AKP’nin arkasında saf tuttular. Atatürk devrimlerinin, Cumhuriyetin ve laikliğin temsilcisi olma iddiasındaki CHP, “halkın manevi değerleri”yle ters düşmemek adına ve “zaten orası kısmen cami olarak kullanılıyordu, imamı bile vardı” rahatlığıyla sorunu geçiştirdi. “Erdoğan’ın eline koz vermeme” “hassasiyeti”ni bir çizgi haline getiren CHP, tüm temel konularda AKP’den farklı bir politika izlemeyeceğini bir kez daha ortaya koydu. Saray rejiminin yalakası Perinçek ise, “Atatürk mevzisi Ayasofya değil, Mavi Vatan, Barış Pınarı ve 15 Temmuz FETÖ darbesine karşı mücadele mevzisidir” sözleriyle ırkçı zehirini kustu.

Ayasofya adımından sonra sıranın İstanbul Sözleşmesi ile başlayıp Medeni Kanun’da değişikliklere kadar varacağı tartışma ve kaygıları toplumun gündemine oturmuş durumda. Nitekim İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışmaları sürüyor.

Dini inançların ve milliyetçi duyguların istismarı üzerinden atılan adımlar daha çok içeriye dönük ideolojik-politik amaçlar içeriyor ve islami değerlerin egemen kılınması bakımından önem taşıyor. Zira Ayasofya’ya eklenen minarelerden 1991’den bu yana ezan okunuyor ve özel bir bölümünde ibadet edilebiliyor. Dolayısıyla mesele Ayasofya’nın ibadete açılmasının ötesinde hedefler içeriyor. İdeolojik hegemonyasını yeni bir düzeyde dayatıp tahkim etmek bu hedeflerden biri. Yanı sıra dincilik, ırkçılık ve şoven milliyetçilik kışkırtılarak, muhafazakar kesimdeki gerici enerjiyi harekete geçirmek üzerinden kitle tabanının korunması hedefleniyor.

Düne kadar Ayasofya’nın camiye çevrilmesi talebine, “Bu oyuna gelecek kadar istikametimi kaybetmedim” diyerek itiraz eden Erdoğan, bunu AKP iktidarını yıpratmak için bir “siyasi tezgah” olarak değerlendiriyordu. Geçen yıla kadar bu tutumu alanların birçok bakımdan zayıf düştükleri bir dönemde böyle adımlar atmaları tümüyle politik ihtiyaçlardan kaynaklanıyor. Her cephede büyük bir sıkışmışlık yaşayan saray rejiminin bu tür adımlardan umduğu yararı sağlayıp sağlamayacağını ise önümüzdeki süreç gösterecek.

Saldırganlığın gerisinde büyüyen açmazları duruyor

Dinci-faşist iktidar, dışarıda paylaşım kavgalarından pay kapmak için Türkiye ve bölge halklarına faturası ağır olan saldırgan politikalar izliyor. Petrolünü yağmalamak için Libya’da dahil olduğu kirli savaşı derinleştirirken, Suriye’deki işgali sürdürüyor. Kürt hareketini imha amaçlı saldırılarla Irak’ın hava sahası ve kara sınırları ihlal ediliyor. Her fırsatta militarizm ve şovenist histeri körükleniyor.

İçeride ise ekonomik krizin derinleşmesiyle işçi sınıfı ve emekçi kitlelere yeni saldırılar dayatılıyor. Krizi ve korona salgınını fırsata çevirmek isteyen sermaye ve iktidarı, kıdem tazminatın gaspı başta olmak üzere işçi sınıfının elinde kalan sınırlı kazanımları ayaklar altına almanın hazırlıklarını yapıyor. Grev hakkı, örgütlenme ve gösteri özgürlüğü, emeklilik, güvenceli çalışma vb. adım adım tasfiye ediliyor.

İşçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarını alabildiğine ağırlaştırarak öfke ve tepkiyi her geçen gün büyüten bu saldırganlığın gerisinde, Türkiye’nin kapitalist düzeninin derinleşen sorunları ve bundan bir çıkış yolunun olmaması duruyor. Bunun içindir ki, işsizliğin, yoksulluğun, açlığın, demokratik hak ve özgürlüklerden yoksunluğun ve çaresizliğin dipsiz kuyusuna itilen işçi ve emekçiler, “yeni ve güçlü bir Türkiye” sahtekarlığı ve “herşeyin daha iyi olacağı” masallarıyla sersemletilmek isteniyor. Dini simgesel sözde zaferlerle kitle tabanı korunmaya çalışılıyor.

Hedeflerine ulaşmak için düzeni ayakta tutan tüm temel kurumların çivisini çıkaran AKP iktidarı, buna rağmen yeni bir rejim kurmayı başaramadı, başaramıyor. İçeride ve dışarıda itibarı ve meşruiyeti giderek zayıflıyor, tüm çabalarına rağmen tabandaki çözülmeyi durduramıyor. Bunun yol açtığı öfke, kin ve korkuyla daha da saldırganlaşıyor. Emekçilerin gerçek sorunlarıyla hiçbir alakası olmayan sahte gündemlere sığınmak zorunda kalıyor.

Büyüyen faturanın yarattığı korku

AKP iktidarı altında birleşen gericilik odağı bir bütün olarak devleti ele geçirmeyi başarabildi. Bunu içeride işbirlikçi burjuvaziye, dışarıda batılı emperyalistlere sundukları hizmetlere borçlular. Zaman zaman belli sınırları aşarak kimi güçlükler çıkarsalar da, alternatiflerinin olmadığı koşullarda bu desteği almayı sürdürüyorlar. Bu sayede acımasız ekonomik-sosyal yıkım politikalarını hayata geçiriyor, faşizan uygulamaları tırmandırıyorlar. Yanı sıra bin bir türlü demagoji ve kirli silahı da başarıyla kullanarak çürümüşlüğün ve despotluğun simgesi bir iktidar yaratmış bulunuyorlar.

Ancak, bu denli rezilleşmeleri ve çürümeleri, her alanda tam bir gözü dönmüşlükle davranmaları büyük bir fatura biriktirmiş bulunuyor. Dolayısıyla elde ettikleri güce rağmen gelinen yerde temel önemde bir dizi yapısal zaaf ve zayıflıklarla yüz yüzeler. Arzuladıkları rejim değişikliği hedefine ulaşamadıkları ve yerine birşey koyamadıkları gibi, giderek moral güç ve dayanaklarını da yitiriyorlar. İktidarları boyunca adım adım yol açtıkları toplumsal çürüme tablosu içinde boğulmaya doğru yol alıyorlar. Ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel boyutları olan ağır kriz tablosu saray rejimini giderek yıpratıyor, ona güç ve meşruiyet sağlamakta büyük bir imkan olan seçmen desteği giderek erozyona uğruyor. Bu koşullarda, iç savaşı bile göze alarak iktidarda kalma kararlılığı sergileyeceklerinden kuşku duymamak gerekiyor.

Biricik çıkış yolu!

Düzenin her cephede derinleşen krizine rağmen, güçlü bir toplumsal çıkış yaşanamadığı için, işçi sınıfının önemli bir kesimi denetim altında tutulabildiği için, dinci-faşist iktidar bugüne kadar ayakta kalmayı başarabilmiştir.

Ancak gelinen yerde, sahip oldukları iktidar gücüne rağmen, bunda fazlasıyla zorlanıyorlar. İçerde baskı, terör ve zorbalığı tırmandırmak, dışarda gerici savaş maceralarına atılmak, toplumu daha da kutuplaştırıp düşmanlaştırmak dışında bir çözüm yolu bulamıyorlar.

Derinleşen çok yönlü krizlerin soluksuz bıraktığı Türkiye’nin kapitalist düzeni, dinci-faşist gericiliğin daha da ağırlaştırdığı sorunlarını aşma imkanlarından yoksun bulunuyor. Bundan dolayıdır ki, kendi bünyesinden bu sorunları biraz olsun hafifletecek bir alternatif dahi yaratamıyor.

Bu tablodan çıkış yolu ancak toplumsal mücadelenin gelişmesiyle, diğer ezilen toplumsal katmanları da arkasından sürükleyebilecek biricik güç olan işçi sınıfının mücadele sahnesine çıkmasıyla açılabilir. O halde yapılması gereken, dümenini AKP’nin tuttuğu sermaye iktidarının karşısına bu sınıfın çıkarılmasıdır. Tüm güç ve imkanların bu doğrultuda seferber edilmesidir.

Sermaye düzeninin aşma imkanlarına sahip olmadığı krizine ve dinci-faşist AKP rejimine karşı devrimci alternatif geliştirmek, “... kuşkusuz programatik ve stratejik bir çerçevede, ama tümüyle pratik bir sorundur... Asıl önemli ve tayin edici olan, çizginin toplumsal hayatın içinde kendi gerçek dayanaklarından güç alabilmesidir, maddi sınıfsal bir temel üzerinde ete kemiğe bürünebilmesidir. Bu olmadığı sürece sözünüzün gerçek siyasal yaşam içinde bir yeri, bir etkisi, işlevi olamaz... Ayaklarınızı temsil etmek iddiası taşıdığınız toplumsal alana basmadıkça, sırtınızı salt en ileri kesimleri şahsında da olsa devrimci bir sınıfa dayamadıkça, sınıf mücadelesi sürecindeki desteğini buradan alan bir siyasal güç odağı haline gelmedikçe, güncel krizlere pratik değeri olan çözümler sunamazsınız...” (TKİP V. Kongresi Açılış Konuşması... / Parti, sınıf ve siyasal mücadele)