26 Eylül 1999’da Ulucanlar, düzen ile devrim arasındaki kıyasıya mücadeleye tanıklık etti. Burjuvazinin teslim alma saldırısı, devrimci irade ile donanmış tutsakların kararlı direnişine çarptı.
Sermaye devleti, planlı bir katliamla zindanlardaki komünist ve devrimci tutsakları teslim alarak sınıf ve kitle hareketini ezmeyi amaçlıyordu. Türk burjuvazisi tarihi boyunca iktidarını ayakta tutmak için vahşi yöntemler uygulamaktan geri durmadı. Bu tarih komünistlere ve devrimcilere yönelen baskı ve zor politikalarının sayısız örneği ile doludur.
Daha milli mücadele yıllarında, 28-29 Ocak 1921’de Mustafa Suphi ve 14 yoldaşını Karadeniz’in azgın sularında katleden Türk burjuvazisi, sol hareketin bir avuç aydın ve bir kısım öncü işçiden oluştuğu ilk 40 yıllık dönemde komünist cadı avları yürüttü. İşçi ve emekçi kitlelerle devrimci siyasal çizginin buluşması düşüncesi burjuvazinin ve devletinin korkulu rüyası oldu. İşçilere, emekçilere ve onların temsilcisi olan ilerici-devrimci güçlere karşı baskı ve katliam politikası toplumsal mücadelenin yükseldiği 1960’lı yıllardan sonra daha da şiddetlendi.
***
1980’lerde dünyada ve Türkiye’de çok yönlü bir kriz tablosu ortaya çıktı. Bu krizden çıkabilmenin tek yolu, faturasını işçi ve emekçilere ödettirebilmekti. Bu nedenle “24 Ocak Kararları” olarak tarihe geçen neo-liberal ekonomik yıkım programı hazırlandı. Bu saldırının hayata geçirilebilmesi için işçi ve emekçilerin örgütlü direncinin kırılması ve toplumsal muhalefetin öncülerinin etkisiz hale getirilmesi gerekiyordu. Açık ve gizli örgütlenmeleri ile, NATO ve CIA gibi kirli savaş örgütlerinin yönlendiriciliğinde anti-komünist bir savaş yürüttüler. 12 Eylül 1980’de askeri faşist darbenin düğmesine bastılar. Ardından 12 Eylül düzeni tüm toplum yaşamında hâkim kılınmaya çalışıldı. Faşist baskı ve devlet terörü milyonlarca işçi ve emekçinin üzerinde bir sopa gibi sallandı.
12 Eylül devrimci hareketin üzerinden bir silindir gibi geçti. Faşist cunta gözaltılar, tutuklamalar, işkenceler, idam ve katliamlarla toplumsal mücadelenin üzerine tüm ağırlığı ile çöktü. Dolup-taşan zindanlar devrimci siyasal mücadelenin önemli mevzileri haline geldi.
‘80’li yıllarda, tarifsiz zorbalığa ve devrimci hareketin yaşadığı yenilgiye rağmen zindanlarda devrimci direnme geleneği yaratıldı. Devrimci sınıf hareketinin geriye çekildiği bir dönemde, onun temsilcileri olma iradesi gösteren devrimcilerin sınandığı dönemeçler oldu bu kavgalar. Tasfiyecilik ile devrim kaçkınlığına soyunanlar da vardı ama tarihe direnenler adını yazdırdı. Sınıf ve kitle hareketinin geriliğine karşın politik açıdan kazanan devrim davası oldu.
***
Ulucanlar katliamı, 1999 yılında, sermaye devletinin hücre tipi hapishanelere geçişi sağlamak, toplumsal muhalefetin öncülerini tecrit etmek için gerçekleştirdiği planlı bir devlet katliamıydı. 2000 yılı Ölüm Orucu direnişi ile “öleceğiz ancak asla teslim olmayacağız” diyen devrimci tutsakların direnişini kırmak için planlanan, ülke tarihinin en büyük zindan kıyımı olan 19-22 Aralık katliamının provası Ulucanlar’da yapıldı.
Dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in “içeriyi teslim almadan, dışarıyı teslim alamayız” sözleri, egemenlerin hedefini veciz bir şekilde anlatıyordu. Devrimci-komünist tutsaklar hedef alınarak tüm toplumsal muhalefete diz çöktürülmek isteniyordu. Ecevit’in bu sözleri Amerika’ya giderken söylemesi ise tabloyu tamamlıyordu.
Uluslararası tekellerin ve işbirlikçi burjuvazinin çıkarları için işçi sınıfına boyun eğdirilmesi, kapsamlı ekonomik-sosyal yıkım karşısında direnç kalelerinin yıkılması gerekiyordu. Dolayısıyla, hücrelerin devrimci tutsaklara dayatılması aynı zamanda sınıf ve kitle hareketine yönelik bir saldırı, toplumsal muhalefeti denetim altına almanın önemli bir aracıydı.
Devrimcilerin, işçilerin, Kürt halkının kanı akıtılarak toplumsal muhalefeti bastırmak, ‘80’lerden itibaren devletin temel politikası oldu. Devrimci direnişin güçlü bir mevzisi olan zindanlarda bu politika en şiddetli biçimiyle uygulandı. Zindanları devrimcileri öğütme merkezi olarak ele alan devletin Nazilere rahmet okutacak politikalarına rağmen büyük bir devrimci direniş geleneği yaratıldı.
Devrimci siper yoldaşlığının adı Ulucanlar…
Zindanlara yönelik hücre tipi saldırısı sınıf mücadelesinin bir uzantısıydı. Devletin zindanlara kapattığı işçi ve emekçi hareketinin en ileri temsilcileri zindanları da direniş odağı olarak örgütlüyorlardı. Sermaye iktidarı zindanlardaki devrimci direniş çizgisini, kapsamlı yıkım politikalarının hayata geçirilmesine yönelik tehdit olarak algılıyordu.
‘96 zindan direnişinin de merkezinde bulunan Ulucanlar’dan başlatılan hücre saldırısı hazırlığına, TKİP’li tutsaklar adına açıklama yapan Habip Gül, “Biz hazırız, partimizin bayrağına leke sürmeyeceğiz” sözleriyle yanıt vermişti. Bu sözün gerekleri yerine getirildi, destansı bir direniş sergilendi. TKİP MK üyeleri Habip Gül ve Ümit Altıntaş siper yoldaşları ile birlikte ölümsüzleştiler.
26 Eylül sabahı Ulucanlar, sermaye devletinin kurşunlarına karşı barikatlarla direnen devrimci tutsakların ölümüne direnişine tanıklık etti. On yiğit devrimci tutsak bu direnişle devrimci siper yoldaşlığının manifestosunu yazdılar.
İçinden geçtiğimiz tarihsel dönemde Ulucanlar katliamının politik mesajından ve direnişin kararlılığından öğrenmek, her samimi devrimcinin görevidir. Onların yükselttiği direniş bayrağını devralan yeni devrimci kuşaklar, geçmişten bugüne gerçekleşen tüm direnişler gibi Ulucanlar direnişinin mirasını da yaşatacaklar. Kapitalizmin burçlarına sosyalizmin kızıl bayrağını dikerek, On’ların uğrunda öldükleri devrim davasını zafere ulaştıracaklar.
On’ların anıları önünde saygıyla eğiliyoruz!
M. Devrim