Ulucanlar Direnişi’nin 18 yılına yine hapishanelere yönelik baskıların arttığı, devletin teslim alma saldırılarının yoğunlaştığı bir dönemde giriyoruz. Kuşkusuz kurulu düzen için zindanlar daha en baştan işkence ve katliam merkezleri olageldi. 26 Eylül 1999 günü ise bu katliam kesitinin tarihte eşine az rastlanır bir örneği yaşandı.
İçeridekileri teslim almadan dışarısının teslim alınamayacağını 12 Eylül askeri faşist darbesi ile daha açıktan gören sermaye devleti, sonraki yıllarda da kendisine dikensiz gül bahçesi yaratmak için hapishaneleri hedefinden hiç çıkarmadı. Toplumsal eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin kaynağı olan kapitalist sisteme ve onun uygulamalarına karşı verilen mücadele doğaldır ki devrimciler şahsında somutlandı. Sömürü düzeninin sorunsuz bir şekilde sürmesi işte bu direniş odaklarının dağıtılması, teslim alınması, tasfiye edilmesi ile mümkündü. Dışarıda bin bir baskı ve katliamla bu amaca ulaşmak isteyenler, imha edemediklerini, öldüremediklerini zindanlara atarak teslim alma yolunu seçtiler. 12 Eylül zindanları ile bunu başaramayanlar, on milyonlarca insana “tek tip” elbise giydirerek, teslim alınmış, iradeleri kırılmış bir toplum yaratmak için her yolu denemekten geri durmadılar.
İşkencehanelere çevrilen zindanlarda kurulan idam sehpalarını yeniden açılmak istenen tabutluklar, sonrasında Buca, Ümraniye, Diyarbakır katliamları izledi. Tüm bu süreçler boyunca bu katliamlar destansı direnişlerle, açlık grevleri ve ölüm oruçlarıyla karşılandı. Zindanlar, tarihin kanla yazıldığı direniş abideleri haline geldi. Bir emperyalist proje olan F tipi hapishaneler işte bu abideleri tamamıyla yıkmak, zulme ve sömürüye karşı yaratılmış olan bu toplumsal hafızayı insanlığın bilincinden tümüyle silmek için devreye sokuldu.
Ancak sermaye sınıfının sözcüleri de devrimci iradenin teslim alınamayacağını yaşanmış örneklerin tecrübesinden çok iyi biliyorlardı. Tarihin bu eşiğinde, zindanlara yönelik baskı ve katliam öncekilerle kıyaslanamaz bir şiddette olacaktı. Çünkü zindanlar sadece direniş merkezleri olduğu için değil; toplumsal paylaşımın en üst düzeyde yaşandığı, bir sosyal gerçek olan zenginlik ve fakirliğin var olanın eşitçe paylaşımı sayesinde ortadan kalktığı, eldeki imkânların bu adil bölüşümü sayesinde mahpusların eşit koşullarda “komün” yaşadığı bir mekân haline gelmişti. Bu örnek, hapishanelerde başka nedenlerle yatan adli tutsakları bile fazlasıyla cezbediyor, devrimci tutsaklara yönelik hayranlığı arttırıyordu. Egemenler zindanlar için “kurtarılmış” yerler diyordu, çünkü hapishaneler kapitalist sömürünün, çürümenin, yozlaşmanın, bencilliğin hüküm süremediği başka bir ülke haline gelmişti. Hapishanelerdeki yaşam örgütlenmeleri, özlemi duyulan o güzel geleceğin küçük birer nüvesiydi aynı zamanda.
Tüm bu gerçekler sermaye sınıfının, onun devletinin ve yöneticilerinin kinini, tahammülsüzlüğünü arttırıyor, yaklaşan katliamların nasıl dehşetli olacağının işaretini veriyordu. Oysa devrimci ve komünist tutsaklar bu dehşetli günlere daha en baştan hazırlıklıydı. Şafakla karşılanan darağaçlarında idam sehpalarına vurulan tekmeler, o son haykırışlar, bedenlerini açlığa yatıranların direnişleri, Eylül zindanlarının faşist gardiyanlarına, işkencecilerine karşı gösterilen direniş, yaklaşan saldırılara karşı gerçekleştirilecek direnişin de aynı ölçüde ihtişamlı olacağının işaretiydi.
Ulucanlar zindanı da 1999’un 26 Eylül şafağında bu devrimci direniş geleneğinin sonraki kuşaklara nasıl armağan edildiğine tanıklık etmiştir. 10 tutsak vahşice katledilmiş, başta hapishane hamamı olmak üzere tutsakların saldırıya uğradığı her yer kan gölüne dönmüştür. Ancak bu kan denizinin ufkunda yeniden kızıl bir güneş doğmuştur. Akıl almaz işkenceler bu direniş geleneğini kırmak şöyle dursun, aksine daha bir bilemiştir.
İnsanları öldürecek silahları ellerinde tutanlar, hapishaneleri yıkıp yeniden yapabilecek imkanlara sahip olduklarını Burdur’da gösterdikleri gibi, 19-22 Aralık “Hayata Dönüş” Katliamı’nda da göstermişlerdir. F tipi hapishanelere karşı gösterilen direniş, ölüm oruçları ve 19-22 Aralık katliamları devlet aygıtını elinde bulunduranların aslında gerçekte kim olduğunu ve neye hizmet ettiklerini göstermiştir. Düzenin çeşitli partilere bölünmüş sözcüleri ve hükümetleri değişse de kapitalist sistemin çıkarlarını korumak hepsinin en temel görevidir. Fethullah Gülen vesilesiyle “F” harfine bu kadar alerji olunduğu iddia edilen bir dönemde F tipi hapishanelerin hâlâ işkence ve zulüm merkezi olarak varlığını sürdürmesi bir başka ironidir. Çünkü bu proje tümünün sınıf çıkarlarına hizmet etmek için hayata geçirilmiştir.
İçinde bulunduğumuz süreçte devrimci, yurtsever, komünist tutsaklara tek tip elbiseyi giydirebileceklerini sananlar, tutsakları hasta ederek katledenler, tedavi imkânı sağlamayanlar tarihin gerçekleriyle de yeniden yüzleşeceklerdir.