TKİP dava tutsağı Onur Kara’nın Tekirdağ 2 No’lu F Tipi hapishanesinden 6 Şubat depremlerinin ardından 22 Şubat günü, gazetemize gönderdiği ancak dün elimize ulaşan aşağıdaki yazıyı okurlarımıza sunuyoruz…
(Ara başlıklar tarafımızdan konulmuştur… -KB)
Sömürü düzenlerini aklıyorlar!
Acı günlerden geçiyoruz. Gün geçmiyor ki emekçilerin, halkımızın yaşadığı felaketlere bir yenisi daha eklenmesin. Ya bir sel felaketinde ya bir maden göçüğünde ya bir işyerinde çıkan yangında, patlamada ya da bugünlerde yaşadığımız gibi depremlerde sarsılıyoruz. Her defasında sonuç, bizler açısından değişmiyor. Maruz bırakıldığımız felaketlerde kitlesel kırımlara uğruyoruz. Yıllar geçiyor, hükümetler değişiyor fakat akıbetimiz hiç değişmiyor. Değişen tek şey ülkeyi yönetenlerin dudaklarından dökülen kelimeler ve başvurdukları yalanların içeriği oluyor. Kimileri “doğal afet”, “görünmez kaza”, “iş kazası” vb. kavramların ardına sığınırken kimileri ise emekçilerin, halkımızın dini inançlarını sömürerek yaşananları basitçe “kader planı” diyerek geçiştirmeyi tercih ediyorlar. Sarıldıkları yalanların biçimleri değişse de tümünü ortak paydada buluşturan ortak gaye ise; yaşanan bu felaketlerin “kaçınılmaz” olduğuna dair bizleri inandırmak istemeleri oluyor. Bu sayede de hem kendi sorumluluklarını gizlemiş oluyorlar hem de hizmetinde bulundukları sömürü düzenini aklamış oluyorlar.
Şunu net bir şekilde ortaya koymalıyız ki bugün insanlığın ulaşmış olduğu tarihsel birikim ve bilimin gelmiş olduğu düzeyle adına “doğal” denen bu “afetler” artık ne doğaldırlar ne de kaçınılmazdırlar! Öyle ya; bugün insanlık, uzayın derinliklerindeki galaksileri keşfedebilen, dünyaya çarpma ihtimali olan göktaşlarını yörüngelerini değiştirebilecek olan bir teknolojiye sahip hale gelmiştir. Öyle ya; bugün enkaz altında can veren yüz binlerce canımız için “kader” diyenlerin çok değil, şunun şurasında daha birkaç ay öncesine kadar uzaya, aya insan gönderme vaadi ile böbürleniyor olmalarına şahit olmadık mı? “2023’ü Türkiye Yüzyılı” yapma vaatlerine ve şovlarına tanık olmadık mı? Evet, tarihte 2023, “Türkiye Yüzyılı” olarak anılacaktır. Fakat emekçilerin dökülen kanı üzerinden ve çok farklı anlamda olacaktır, ne yazık ki!
Ama aynı netlikte şunu da belirtmeliyiz ki bugün kapitalistler adına ülke yönetimini sürdürenlerin, koltuklarını devralmaya hazır bulunanlara bırakmalarıyla da yaşadığımız tüm bu sorunlar son bulacak değildir. Bugün ülke yönetimine talip olan düzen muhalefeti, emekçilerin yaşadığı tüm bu sorunların kaynağına “tek adam yönetimi”ne bağlayarak, bizlerin bilincinde bir bulanıklık ve yanılsama yaratma hedefindedir. İstiyorlar ki kapitalistler adına ülke yönetiminin sorumluluğunu biraz da kendileri üstlensinler.
Evet, bugün yaşanan deprem felaketinde yaşadığımız acıların ve kayıpların bu kadar büyük ve boyutlu olmasından sermaye düzeninin bugüne kadar gelmiş geçmiş en pespaye, en kural tanımaz, en kibirli, en otoriter, en çapsız yönetimini sergilemiş olan AKP iktidarının rolü hiç kuşkusuz inkar edilemez. Öyle ki, her türden toplumsal muhalefeti şiddet aygıtıyla bastırma dışında başkaca elinde hiçbir “yönetme aracı” ve “kabiliyeti” kalmayanların böylesine boyutlu bir yıkımın ardından emekçilere söyleyebildikleri tek şey, “vatandaşımız evlerine girmesinler” dışında başkaca bir şey olmamıştır. Ama yine de bu sorunun gerisindeki temel gerçekleri örtmenin ve mesele tek başına “beceriksiz, çapsız, liyakatsiz yönetim anlayışları” üzerinden izah etmenin gerekçesi olamaz asla! Böylesi bir izah meseleyi sadece AKP iktidarı ile ilişkilendirip, emekçilere gerçek kurtuluş ve çözümü sunacak her türden doğru yoldan da saptırmak anlamına gelir ki, düzen muhalefetinin de yaptığı tam olarak budur.
Bu böyle olmasaydı hafızalarımızdan silinmeyen ‘99 depreminde, farklı bir tablo ile karşılaşmış olmamız gerekmez miydi? Bugün “EYT” diye etiketlenen emekçilere mezarda emekliliği reva görülen yasalar tam da ‘99 depremi sırasında üstelik daha enkazlar kaldırılmadan meclisten alelacele onaylanıp, çıkartılmamış mıydı? Ya da bugün coğrafyamızdaki fay hatları üzerine bile bile kurulan şehirlerin sadece AKP döneminde gerçekleşmiş olduğunu kim iddia edebilir ki? Peki, ya sözde “demokratik” veya “liyakatli, iyi yöneticilerin” işbaşında olduğu savıyla örnek gösterilen batılı emperyalist ülkelerde emekçiler açısından durum çok daha farklıdır mı?
"Bugün çöken binalar değil kapitalist sömürü düzeninin kendisidir"
Pandemi dönemi boyunca yaşananları nasıl unutabiliriz ki?! “Demokrasinin beşiği” sayılan ileri kapitalist ülkelerde çöken sosyal ve sağlık hizmetleri sonucunda ölüme terk edilen yüz binlerce emekçiyi unuttuk mu gerçekten? Kapitalist kâr mantığıyla covid aşısı üzerindeki “patent hakkından” vazgeçilmeyip milyonların ölümüne göz yumulması daha “masum” bir sorumsuzluk ve vicdansızlık örneği miydi acaba? İlaç, maske tedariki üzerine yaşanan sıkıntılar ve izlenen ikiyüzlü politikalar, emekçilerin yaşamlarını idame ettirme noktasında zoraki ve zımnen atılan adımları yoksul Afrika ülkelerinin kendi kaderlerine terk edilmesi ve benzeri uygulamalar işte tam da bu pek “liyakatli”, “işbilir” ve sözde “demokrat” ülke yöneticileri ve politikacıları aracığıyla gerçekleşmiştir. Pandemi boyunca emekçilerden ve dünya halklarından esirgenen devasa mali kaynaklar şimdilerde aynı politikacılar tarafından Ukrayna’da süren emperyalist savaş uğruna tek seferde on milyonlarca dolar ve euro bulan meblağlarla silahlanma ve savaşa ayrıldığını ve harcandığını görebiliyoruz. Bugün ise başta Avrupa’da olmak üzere işçi ve emekçiler yaşanan krizlerin kendilerine fatura edilmesine karşı ayağa kalkmış durumda ve kitlesel grevler ve gösteriler gerçekleştirerek direnmektedirler.
Bu yüzden şiddetini ve sonuçlarını daha ağır ve yıkıcı bir şekilde yaşadığımız sorunlarımızın kaynağını tek başına “kötü yönetim” anlayışlarıyla izah edebilir ne de dünya genelinde yaşanan sorunlardan ayrı ele alabiliriz. Tüm sorunlarımız gibi deprem felaketinin de biz emekçiler için kitlesel bir katliama dönüşüyor olmasının temel nedeninin, içinde yaşamak zorunda bırakıldığımız kapitalist sistem olduğunun farkına varabilmeliyiz. Her şeyin kâr ve daha fazla kâr edebilme uğruna feda edildiği, toplumsal ihtiyaçların tamamen bu amaç uğruna geri bırakıldığı bir sistemde başka türlüsünün yaşanmasının mümkünü yoktur, ne yazık ki! Bugün çöken binalar değil kapitalist sömürü düzeninin kendisidir gerçekte. Müteahhitten sanayicisine, politikacısından bürokratına, bakanından kolluk kuvvetine, hakiminden savcısına, medyasına kadar tüm düzen kurum ve kişilerine sirayet eden yolsuzluk, hırsızlık, ikiyüzlülük vb. tüm kirlenmelerin ve yozlaşmaların gerisinde işte bu kapitalist kâr mantığı yatmaktadır.
Zira hırsızlık daha en temelde emeğin sömürülmesi alanında başlamaktadır. Kaynağını işçi sınıfı ve emekçilerin ödenmemiş emeğinin gasp edilmesine yani, artıdeğer sömürüsünde bulmaktadır. Kapitalistler, işçi sınıfı ve emekçilerden çalarak biriktirmiş oldukları servetlerinin bir parçasını da yani kârlarının bir kısmını da kendi sömürü sistemlerine hizmet edenlere hem “yasal” yollardan hem de yasadışı yollardan pay alarak sunarlar. Onlara bu üstünlüğü sağlayansa, üretim araçları üzerine kurmuş oldukları özel mülkiyet düzeni/hukukudur. Üretimden hizmetlere kadar toplumsal üretimin tüm niteliği kolektifleşirken üretim araçlarının bireysel mülkiyete dayalı olarak kalması, yaşanan toplumsal sorunların da düğüm noktasını oluşturur. Çünkü kapitalistlerin derdi toplum ihtiyaçları değil, işçi ve emekçileri sömürerek elde edecekleri kazançlarıdır. Yani ne kadar kâr edebilecekleridir. Bu mantık ve anlayış kapitalist toplumlarda kâr elde edilmediği sürece toplumsal fayda namına yapılan ne varsa gereksiz, israf olarak görülüp ele alınmamasını getirir. Tersine en kısa sürede en fazla kârı getiren servet ve zenginlik biriktirme gayesinde genelleşen bir anlam kazanır ki, bu da zamanla toplumu zenginleştirme doğrultusunda her yolu mubah sayılacağı bir yozlaşmaya, çürümeye götürür. En kısa sürede, en uygun koşullarda azami kâr sağlama tek gaye olunca çürük, kalitesiz malzemelerle inşaatların yapılması, kentlerin her türlü ranta açılması, seçim kazanma hesapları doğrultusunda çıkarılan imar afları adeta bir kural haline gelir. Buna karşılık fay hatları üzerine sanayilerin, şehirlerin inşa edilmesi ve olası depremlerde on binlerce insanın ölecek olması sadece bir teferruattan ibaret olur. Kısacası kentler, kapitalizmin aynası olurlar.
Fakat dahası da vardır. Yaşanan depremler, yıkımlar kapitalist sistemde yeni fırsatlar yaratır. İnşaat firmalarına, sermaye sahiplerine yeni bir ek kazanç imkanları sunarlar. Çimento, demir-çelik ve bağlı sektörlerde faaliyet gösteren şirketlerin arzı artar, bu şirketlerin borsadaki hisse senetleri tavan yapar. Kapitalistler bir de bu yolla kapitalizmin “yasal kumarhanesi” olan borsa üzerinden vurgun yaparak kazanmış olurlar. Televizyon ekranlarında düzenlenen “bağış kampanyaları şovuna” katılarak hem kendi şirketlerinin reklamını yapmış olurlar hem de “kaz gelecek yerde tavuk esirgenmez” misali yaptıkları bağışların katbekat fazlasını çıkartacakları kamunun ballı ihalelerinin müdavimleri olurlar. Yaptıkları bağışların ise ödeyecekleri vergiden düşecek olması bakımından bir de bu yolla mükafatlandırılmış olurlar. Bu sektörde faaliyeti bulunmayan patronların deprem fırsatçılığı ise tıpkı Gaziantep’teki tekstil sektöründeki patronların yaptığı gibi işe gelemeyen işçilerin tazminatsız işten çıkartma şeklinde vuku bulur.
Bu yüzden başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçiler, bizlere dayatılan bu yıkımların, acıların ve ölümlerin “kader” olmadığını ve altında yatan temel nedenin kapitalist sömürü düzeninin olduğunu fark edebildiğimiz takdirde ancak sorunlarımızın çözümü yolunda gerçek ve doğru bir adım atabilmiş oluruz. Nasıl ki bir binanın deprem karşısında dayanıklı olabilmesinin önceki koşullarından birini binanın oturduğu zemin ve temelinin sağlamlılığı oluşturuyorsa aynı şekilde bizler de kapitalist sömürü düzeninin ikincil ve yan sonuçlarından ziyade öncelikli olarak gözlerimizi bu temele dikmeli, hedefe bu bozuk düzenin çürük temelini koymalıyız. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ve bu mülkiyet ilişkisine bağlı olarak sürdürülen artıdeğer sömürüsü; yani emeğimizin çalınmasına, hırsızlığa dayalı olan “ücretli kölelik düzeni” de kapitalist sisteminin temelidir. Bu temel korunduğu sürece ülke yönetimine kim gelirse gelsin ya da nasıl bir anlayışla yönetiyor olursa olsun, kapitalistlerin hizmetinde olmaktan kurtulamayacağı gibi bizlere de döne döne aynı sorunları yaşatacaklardırlar.
"Unutmayalım ki emeğin kurtuluşu, insanlığın da kurtuluşu olacaktır!"
Yaşadığımız bu ücretli kölelik düzeninden gerçek manada kurtuluşu ancak işçi sınıfı topluma sunabilir. Zira kapitalist sınıfın tek alternatifi modern çağda toplumun yegâne devrimci sınıfı işçi sınıfıdır. Üretimden gelen gücü, örgütleme kapasitesi ve kolektifize oluşu, disiplini vb. yetenekleri ile toplumun tüm ezilen kesimlerine önderlik edebilecek olan ve onları özgür yarınlar için mücadeleye çekebilecek biricik sınıf, işçi sınıfıdır. Yaşadığımız deprem felaketinde, arama-kurtarma faaliyetlerinde maden işçilerinin özverili çalışmaları ile sergiledikleri örnek pratik bile işin bir başka yönünden bu durumu gözler önüne sermiştir.
O halde başta sanayi alanları ve tüm üretim birimlerinde işçiler olarak bir araya gelmeli, kendi sınıfsal çıkarlarımız doğrultusunda örgütsel birliğimizi kurup güçlerimizi birleştirebilmeliyiz. Bağımsız, birleşik, devrimci bir sınıf hareketi yaratabilmek için seferber edebilmeliyiz.
Evet, gün dayanışma günüdür. Ama dayanışmanın en anlamlısı, yaşadığımız acı deneyimlerinden çıkaracağımız derslerle yeni, benzer akıbetlerle karşılaşmamak adına mücadeleyi, umudu büyütmek, örgütlenmek olacaktır. Unutmayalım ki emeğin kurtuluşu, insanlığın da kurtuluşu olacaktır.
Bu vesileyle işçi sınıfımızın, emekçilerimizin ve halkımızın deprem felaketiyle yaşadığı kayıplar karşısında baş sağlığı dileklerimi iletiyor, en içten duygularımla selamlıyorum. Dayanışma adına gösterilen her türlü çabayı, emeği ve fedakarlığı alkışlıyorum. Çalışmalarınızda başarılar, kolaylıklar diliyorum.
TKİP dava tutsağı
22 Şubat 2023
Tekirdağ 2 No’lu F Tipi