Çıkış yolu sosyal mücadele!

Bugünün Türkiye’sinde işçi sınıfı ve emekçi katmanlar için yakıcı olan, tam da sosyal-sınıfsal nitelikte sorunlardır. Dolayısıyla mücadeleyi de öncelikle bu sorunlar üzerinden örmek durumundayız. Hareketi devrimci bir çizgide ilerletmek de ancak bu durumda olanaklı olabilir. Düzen muhalefetini boşa çıkarmanın, orta sınıf muhalefetine eklemlenme yerine onun duyarlılıklarını sınıf eksenli bir mücadeleye yedeklemenin yolu da buradan geçmektedir.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 04 Temmuz 2021
  • 19:06

İçerde ve dışarda çözümsüz sorunlarla boğuşan ve derin bir suç batağına saplandığı artık gizlenemez hale gelen dinci-faşist iktidar, bunun ürünü yıpranmanın yanısıra ciddi bir meşruiyet sorunu ile de yüz yüzedir. Zira Sedat Peker’in ifşaatlarıyla açığa vurulan suçlar, gelinen yerde insanların artık izlemekte bile zorlanmaya başladığı kirli işler ve karanlık ilişkiler ağı, iktidarın en tepesindekilere uzanıyor. Siyasi ve ahlaki yozlaşma utanç verici boyutlarıyla ortalığa seriliyor. “Suçüstü” yakalanmalarına rağmen sergiledikleri arsızlık ise içine düştükleri durumu daha da ağırlaştırıyor.

Dinci-faşist iktidar 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası başvurduğu türden kirli oyunlar ve provokasyonlarla iktidarını sürdürme imkanlarını da artık tüketmiştir. Ekonomik-mali iflas tablosunun emekçilerin yaşamında yarattığı ağır yıkımın büyüttüğü öfke ve tepki, bu tür tezgahlarla etkisizleştirilemeyecek denli boyutlanmıştır. Bu nedenle bu kez kirli planlar, seçimler üzerinden sonuç almayı değil, fakat bir kaos ortamı ve korku atmosferi yaratarak kitlelere boyun eğdirmeyi hedeflemektedir. İzmir provokasyonu bir ilk girişim olmuş, fakat ters tepmiştir. Ancak benzer yol ve yöntemleri yeniden deneyecekleri, toplumu terörize ederek sonuç almaya çalışacakları, bunun için yeni suçlar işlemekten geri durmayacakları da açıktır. 

Politik ve moral bakımdan yaşadıkları bir çöküntü ve iç çözülme ortamında bunda başarı sağlayabilecekler midir? Bu, iç ve dış bir dizi etkenin yanı sıra, ilerici-devrimci hareket ile toplumsal muhalefet güçlerinin nasıl davranacaklarına, dinci-faşist iktidarın karşısına nasıl bir mücadele çizgisiyle çıkacaklarına sıkı sıkıya bağlıdır.

***

Uzun bir dönemdir CHP eksenli düzen muhalefeti, “provokasyona gelmemek” adına, kitleleri mücadeleden alıkoymaya çalışmaktadır. Toplumda biriken tepki ve hoşnutsuzluğun gitgide derinleşmesi, bunun kendini farklı kesimler üzerinden eylemli çıkışlar olarak dışa vurması, “sancısız bir geçiş”le nöbeti devralmayı hayal eden düzen muhalefetini fazlasıyla rahatsız etmektedir. Büyüyen ve giderek kontrol edilemez yeni boyutlar kazanabilecek olan bir kitle hareketi, onların en büyük korkusudur. Düzen muhalefeti, iliklerine kadar çürümüş ve kokuşmuş iktidarın bir kitle hareketiyle değil, seçim sandıklarının kurulmasıyla gitmesini istemekte ve bu nedenle kitlelerin her türlü eylemli çıkışından özenle uzak durmaktadır.

Ana muhalefet partisi CHP’nin daha en başında Boğaziçi Direnişi karşısında sergilediği tutum bu açıdan dikkate değerdir. Bu denli haklı, bu denli meşru ve bu denli barışçı bir direnişi bile “provokasyona gelmemek” söylemleriyle karşılayabilmişlerdi. Üniversitenin tüm bileşenlerinin sergilediği ve toplumun geniş kesimlerinin desteğini kazanan bir direnişten bile “provokasyona gelmemek” adına uzak durmuşlardı. Aynı tutumu en son örnekte, İzmir’de sahnelen katliam karşısında da sergilediler.

Bu elbette şaşırtıcı değildir. Zira onların asıl sorunu “provokasyona gelmemek” değil, fakat emekçilerin yaşamını cehenneme çeviren bu çürümüş ve köhnemiş düzeni, dinci-faşist iktidarın “aşırılıklar”ından arındırarak olduğu gibi ayakta tutmaktır. Bu çerçevede potansiyel bir kitle hareketini dizginleyip denetim altına alabileceklerine dair emperyalistlere ve yerli işbirlikçilerine güven vermek, böylece onların desteğinde iktidar olma olanağı elde edebilmektir. Bu nedenle emekçi kitlelerin öfke ve tepkisinin sokaklara taşmasının, kendilerinin de altında kalabileceği kitlesel bir mücadeleye evrilmesinin önüne geçme misyonunu bugünden yerine getirmeye çalışmaktadırlar.

Dolayısıyla, atalet ve pasifizm üzerinden dinci-gerici iktidarın kirli oyunlarının boşa çıkarılabileceği aldatmacasına karşı durmak çok özel bir önem taşımaktadır. Teslimiyet ve boyun eğiş demek olan bu tutumun ne denli tehlikeli ve öldürücü olduğu konusunda emekçileri ısrarla uyarmak gerekir. “Provokasyona gelmemek” adına kitleleri mücadeleden ve eylemden uzak tutmak, böylece onları saldırılar karşısında en önemli silahtan yoksun bırakmak demektir. Bu, tam da saldırı ve provokasyonlarla dinci-faşist iktidarın ulaşmaya çalıştığı hedeftir.

Elbette dinci-faşist iktidarın provokasyonlarına zemin oluşturabilecek zorlama tutum ve davranışlardan özenle uzak durulmalıdır. Planlı kışkırtmalara karşı uyanık olunmalıdır. Bunun yolu ise fiili-meşru mücadele çizgisinde yürümek, bunu yaparken de haklılık zeminini korumaya özen göstermektir. Bu temelde kitlelerin harekete geçirilmesinde, eylemli bir kitle hareketinin geliştirilmesinde ısrar edilmelidir. Saldırıları püskürtmenin ve toplumsal hoşnutsuzluğun sağlıklı ve sonuç yaratacak kanalara akmasının yolu buradan geçmektedir. Toplumu terörize edip sindirerek teslim almayı hedefleyen bir saldırganlığı geriletmenin bunun dışında bir yolu yoktur. Bu çerçevede temel hak ve özgürlükler mücadelesi her alanda geliştirilmeli, halihazırdaki her türden direniş mevzisi destek ve dayanışma ile güçlendirilmelidir.

Provokasyonların ve kirli planların boşa çıkarılması sorunun sadece bir yönüdür. Çok daha temel önemdeki bir başka gerçeğin altını da özenle çizmek gerekir. Dinci-faşist iktidarın son yirmi yılda inşa ettiği düzen ve yarattığı boğucu gerici atmosfer, güçlü bir sınıf ve kitle hareketinin çok özel basıncı olmaksızın kırılıp dağıtılamaz. Kurulup kurulamayacağı bile tartışılabilen seçim sandıklarıyla yapılabilecek bir iş değildir bu. Seçim sandıklarından çıksa çıksa aşırılıkları elden geçirilmiş, fakat esası yönünden korunmuş bir “AKP’siz AKP düzeni” çıkar. Düzen muhalefetinin mevcut bileşimi bile bunun bugünden açık bir güvencesidir.

***

Türkiye’nin kapitalist düzeninin dinci-faşist iktidarın politikalarıyla daha da ağırlaşan yapısal krizi, bugüne kadar düzen muhalefetine demagojik söylemlerle bile “muhalefet” yapma imkanı tanımamış, bu nedenle yıllardır düzenin “muhalefet krizi” bir türlü aşılamamıştır. Nitekim düzen muhalefetinin hiçbir temel konuda AKP’den esaslı farklılıklar taşıyan bir politikası yoktur. CHP’nin yıllardır toplumun üzerine gerici bir ağırlık olarak çöken ve ağır suçlar işleyen dinci-faşist gericilikle hesaplaşma, dinci-faşist kurumsal yapıyı dağıtma gibi bir sorunu da yoktur. İktidar olma olanağını elde edebilirlerse, dinci-faşist gericiliğin “limitleri aşan”, bu nedenle emperyalist güçleri ve yerli işbirlikçilerini rahatsız eden politikalarını törpülemenin ötesine geçemeyecekler, sermaye düzeninin ve onların egemenlerinin ihtiyaçları neyi gerektiriyorsa, onu yapacaklardır. Zira düzenin ağırlaşan krizi hiçbir esnemeye, emekçileri biraz olsun rahatlatacak hiçbir tavize olanak tanımamaktadır.

Nitekim Kılıçdaroğlu’nun son Parti Meclisi toplantısında açıkladığı “ekonomik krizden çıkış programı”, CHP eksenli bir hükümet döneminde emekçilerin payına neyin düşeceğini çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. On maddeden oluşan bu programın sadece bir maddesi emekçiler ile ilgilidir: “Salgının en çok etkilediği kesimler için ‘toplumsal dayanışma’ programı”! Yıllardır ağır bir sosyal yıkımı yaşayan işçi sınıfı ve emekçiler için önerilen, AKP’nin “sadaka düzeni”nin bu kez “toplumsal dayanışma” gibi daha çekici bir form içinde sürdürülmesidir. Bunun dışındaki “program” maddelerinin hemen tamamı emperyalist finans çevrelerinin ve TÜSİAD’ın uzun bir dönemdir dillendirdiği taleplerin bir özetidir. Buna dış politika alanı da dahil. Bu programla CHP, emperyalistlere ve işbirlikçilerine biz “hazırız” demiş olmaktadır. “Provokasyona gelmemek” söylemiyle pompalanan eylemsizlik çizgisiyle kitlelerin edilgen bir çaresizlik duygusunun içinde bırakılması, böylece “seçim sandığı’na endekslenmesi de bu politik konum ve tercihin bir gereğidir.

Toplam tablo, izlenmesi gereken mücadele çizgisini, yüklenilmesi gereken temel halkayı ortaya koymaktadır. Bugünün Türkiye’sinde işçi sınıfı ve emekçi katmanlar için yakıcı olan, tam da sosyal-sınıfsal nitelikte sorunlardır. Dolayısıyla mücadeleyi de öncelikle bu sorunlar üzerinden örmek durumundayız. Hareketi devrimci bir çizgide ilerletmek de ancak bu durumda olanaklı olabilir. Düzen muhalefetini boşa çıkarmanın, orta sınıf muhalefetine eklemlenme yerine onu duyarlılıklarını sınıf eksenli bir mücadeleye yedeklemenin yolu da buradan geçmektedir.

Her yol, yöntem ve araçla işçi ve emekçi kitleleri mücadeleye yöneltmeye çalışmalı, bu mücadeleler içerisinde kitlelerin bilincini, birliğini ve örgütlenmesini güçlendirmeye yoğunlaşmalıyız. Fiili-meşru mücadele çizgisinde işçi-emekçi eksenli bir direnişi geliştirmek ve büyütmek günün görevidir. Halen topluma egemen gerici atmosferi parçalamanın ve sermayenin sonu gelmeyen yıkım saldırılarını püskürtmenin bundan başka bir yolu yoktur.