Basın özgürlüğü burjuva demokrasisinin kâğıt üzerinde kalan “temel ilkeleri”nden biridir. Bu “temel ilke” anayasal güvenceye alınmış olsa da burjuva ikiyüzlülüğün sonucu olarak tarih boyunca çiğnenmekten kurtulamamıştır. 2020 yılını geride bırakırken, dünyada basın özgürlüğü hala tartışılan bir sorun olarak karşımıza çıkıyor.
Geçmişten bugüne basın özgürlüğü sorunu
Basın özgürlüğü ilkesi ilk defa 1776 yılında, Virginia İnsan Hakları Yasası’nın 12. Maddesi üzerinden gündeme geldi. Ardından 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nde düşünce ve basın özgürlüğüne yer verildi. Belgenin 11. maddesinde "Düşüncelerin, fikir ve kanaatlerin başkalarına serbestçe söylenmesi, insanın en değerli haklarındandır. Her vatandaş serbestçe konuşabilir, yazabilir ya da yayın yapabilir" ifadeleri yer aldı. İlk kalıcı düzenleme ise 1792 yılında Amerikan anayasasına eklenen değişiklik maddesi üzerinden yapıldı. Söz konusu düzenlemede "Kongre... söz ve basın özgürlüğünü engelleyici yasa yapamaz" ifadeleri yer aldı.
Dünyada bunlar olurken, üzerinde yaşadığımız topraklarda matbaanın kullanıma girmesi ile birlikte basın özgürlüğünün kısıtlandığına tanık oluyoruz. Osmanlı’nın son dönemlerinde artan basın faaliyetlerine karşılık, “basın suçunun” tanımı yapılarak gazetecilere yönelik cezai hükümlerin belirlenmesine ve siyasi bir gazete çıkarmanın hükümetin iznine bağlanmasına 1864 tarihli Matbuat Nizamnamesi’nde rastlamak mümkün.
1876 yılında ilan edilen ve ilk Türk Anayasası kabul edilen Kanun-i Esasi’de “Matbuat kanun dairesinde serbesttir” ifadeleri yer aldı. Ancak, anayasaların kâğıt parçası olarak kalma kaderini ilk anayasa da paylaştı. II. Abdülhamit’in istibdat rejimi (1877-1903) boyunca basın özgürlüğü baskı altına alındı. Öyle ki, mizah dergilerinin kapanması ve ceza alması vakaları bu döneme kadar dayanır. II. Abdülhamit’in kendi burnuna gönderme yapıldığı iddiası ile “büyük burun” ifadesine sansür getirmesi yaşanan ağır baskıyı özetlemektedir.
II. Meşrutiyet döneminde yeni cumhuriyetin öncüleri tarafından basın özgürlüğüne atıfta bulunan kanun kabul edilse de 1913 yılında hükümet kendisini gazeteleri kapatma yetkisi ile donattı. Ardından ise devleti ilgilendiren konularda yazı yazmak yasaklandı. Tıpkı bugün MİT tırlarını haberleştiren gazetecilerin tutuklanması örneklerinde olduğu gibi.
Burjuva cumhuriyeti döneminde de pek bir şey değişmedi. 1925 yılında Takrir-i Sükûn Kanunuyla genç cumhuriyet basın özgürlüğünü kısıtladı. Basın özgürlüğü meselesi cumhurbaşkanının onayına bırakıldı. Sebilüreşat, Tevhid-i Efkar ve Orak Çekiç gibi yayınlar kapatıldı.
1931 yılında yeni bir Matbuat Kanunu hazırlansa da “milli duygularla alay etmenin”, “hükümet üyeleri ve devlet memurlarının şeref ve haysiyetini rencide etmenin” basın “suçu” olarak tariflendiği maddeleri ile basın özgürlüğü bir kez daha ayaklar altına alındı.
1950 yılında çıkan Basın Kanunu kimi kolaylıklar sağlasa da 1954, 1956, 1957 yıllarında kanunda yapılan değişiklikler ile basın özgürlüğü tekrar raflara kalktı. 1961 Anayasasının “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir; düşünce ve kanaatlarını söz, yazı, resim ile veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklayabilir ve yayabilir. Kimse, düşünce ve kanaatlarını açıklamaya zorlanamaz” ifadelerinin yer aldığı 20. maddesi ile ilk defa düşünce özgürlüğü kağıt üzerinde güvence altına alındı. Anayasanın 22. Maddesinde ise,“Basın hürdür; sansür edilemez. Devlet, basın ve haber alma hürriyetini sağlayacak tedbirleri alır” deniliyordu. Fakat, kendi kanunlarına uymayan burjuvazinin ikiyüzlülüğü ile bu maddeler de “güzel cümleler” olarak tarihin tozlu sayfalarında kaldı. 1971 darbesi, 1488 sayılı kanun ile basın ve haberleşme özgürlüğünü tekrar kısıtladı.
Görüldüğü gibi tarih boyunca basın ve düşünce özgürlüğü burjuva ikiyüzlülüğün sonucu olarak kâğıt üzerinde kalmıştır ve aradan geçen yıllara rağmen esasta değişen hiçbir şey yoktur. Çünkü kapitalizmde esas olan sistemin bekasıdır. Burjuvazinin iktidardaki temsilcileri bu bekayı savunmak ve kendi iktidarlarını güçlendirmek adına kendi kanunlarını çiğnemektedir ya da bir çırpıda değiştirmektedir.
Olay TV’nin kapatılması ve ötesi
18 yıllık AKP iktidarı döneminde ise basın özgürlüğünden bahsetmek dahi gülünç bir durum haline gelmiştir. 180 ülkede basın özgürlüğünü değerlendirmek için hazırlanan Basın Özgürlüğü Endeksi’nde 2020 yılı itibari ile Türkiye’nin 154. sırada yer alma “başarısı” göstermiş olması AKP-MHP ortaklığının eseridir.
Ancak geçtiğimiz hafta yaşanan gelişme, iktidarın basın özgürlüğünü hedef alan saldırıda gemi azıya aldığını gösterdi. Can Dündar’a verilen 27 yıllık hapis cezasının ardından artık televizyon kanalları iktidarın baskıları ve tehditleri ile kapatılır oldu. Olay TV’nin 26 günlük yayın hayatına son vermiş olması ve 180 emekçinin işlerini kaybetmesi, basın özgürlüğü ve bağımsızlığı tartışmalarını tekrar alevlendirdi.
1987 yılında DYP’den milletvekili ve ardından yine DYP’nin bakanlarından biri olan Cavit Çağlar, sahibi olduğu Olay TV’nin kapatılma sebebi olarak kanalın HDP çizgisinde yayın yapmasını gösterdi. Kanalın Genel Yayın Yönetmeni Süleyman Sarılar ise Çağlar’ın “Bana iktidardan ağır baskı var, devam edemeyeceğim” dediğini aktardı. Ardından ise AKP iktidarının Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun, çeşitli şirketleri bulunan Çağlar’ın TMSF’ye olan borcunu ödediği döneme ait dosyaları yeniden açmakla ve mallarına el koymakla tehdit ettiği ortaya çıktı. İşten çıkarılacakların adlarının bulunduğu ve kanala atanacak kayyımların belirlendiği listenin Çağlar’a gönderildiği, ancak kanalın diğer ortağı tarafından durum kabul edilmeyince Çağlar’ın kanalı kapattığı ifade edildi.
Direk cumhurbaşkanlığınca basın kuruluşlarına yönelik bu baskı ve tehditler basın özgürlüğünün geldiği vahim noktayı gösteriyor. Bu olay; hukukun, yasaların artık işlemediğini ve devletin mafyalaşmış bir çete gibi davranarak kendisine muhalif olan her sesi susturmak için gayri ahlaki yollar izlediğini kanıtladı. Fakat, dikkat edilmesi gereken ve basın özgürlüğünün tarih içindeki her daim kısıtlanmış olduğu gerçeğine eklenmesi gereken bir diğer olgu ise, AKP’nin artık bunu açıktan açığa yapıyor oluşudur. Hiçbir hukuki işleme gerek duymadan tehditlerle işini gören AKP, ortaya atılan iddialara cevap vermeyerek de tüm basın kuruluşlarına aba altından sopa göstermiş oluyor. İktidarın, yargısından kolluk güçlerine ve medyasına kadar kendisine oluşturduğu dokunulmazlık zırhı içerisinde istediğini yapabileceğini gösteriyor.
Düşünce ve basın özgürlüğü için
Tüm bu yaşananlarının AKP iktidarının “hukuk reformu yapıyoruz” söylemleri ile çakışması ise durumu daha da trajikleştiriyor. Tarafı olduğu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin karalarına ve kendi iç hukukuna uymayan AKP iktidarının yapacağı “hukuk reformu” ise en iyi ihtimalle kendi gayri meşru fiillerine yasal zeminler oluşturmaktan başka bir sonuç yaratmayacaktır.
Bütünlüğü içerisinde bu tablo şu gerçeği bir kez daha gözler önüne sermektedir: Hak kazanımı ve kullanımı ancak ve ancak kitlelerin mücadeleleri ile sağlanabilir. Burada kısaca değindiğimiz basın ve düşünce özgürlüğüne yönelik saldırılar kadar tarihte bu hak uğuruna verilen mücadeleler de vardır. Düşünce ve basın özgürlüğünün anayasalara, kanunlara bir ilke olarak girebilmesi dahi bu mücadelelerin eserdir. Onu kalıcılaştırmak, uygulanabilir kılmak ise artık sosyalist mücadelenin, sınıf mücadelesinin sorunu ve kapsamı içindedir. Zira, kapitalist düzen basın ve düşünce özgürlüğü kapsamında kâğıt üzerinde kalan yap-boz düzenlemeler yapmaktan ve minareye kılıf uydurmaktan başka bir şey yapmamıştır, yapmayacaktır da.
Hür düşünce, hür basın bir insan hakkı olarak ancak insanın insan tarafından sömürülmediği sosyalizmde hayat bulacak, yerlerde sürünmekten kurtulacaktır.
Z. Kaya