“Eski dünya ölüyor ve yenisi doğmakta zorlanıyor. Şimdi canavarlar zamanı”
Antonio Gramsci
Avrupa Siyasi Topluluğu (AST) adı verilen Avrupa Forumu’nun 5. Zirvesi 7 Kasım’da Budapeşte’de gerçekleştirildi.
Zirveye 47 ülkenin devlet veya hükümet başkanlarının yanı sıra, NATO Genel Sekreteri, Avrupa Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu Başkanları da katıldı. Zirve, Donald Trump’ın ABD’de “zaferini” ilan ettiği güne denk düştüğünden sadece Avrupa sorunlarının değil, dünya siyasi ikliminin de ele alındığı bir foruma dönüştü.
Avrupa Siyasi Topluluğu zirveleri Ukrayna savaşı sonrasında ortaya çıkan ve “Avrupa’yı yakından ilgilendiren sorunların periyodik olarak ele alınması amacıyla” Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron tarafından önerilmişti. İlki 2022 yılında gerçekleştirilen Avrupa Siyasi Topluluğu zirvelerinin beşincisi AB dönem başkanı olması nedeniyle Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de yapıldı. Zirve sonrası yayımlanan sonuç bildirgesinde, "Her zamanki gibi iş yapmak artık bir seçenek değildir" ifadesi, dikkat çekici bir saptama olarak öne çıktı.
AB, iç dinamiklerinde yaşanan krizler nedeniyle adeta köşeye sıkışmışlık yaşıyor. Avrupa'nın yaşadığı ekonomik ve siyasal sorunlar giderek içinden çıkılmaz hale gelirken, bu kaotik durum Avrupa’yı ayakta tutan dengeleri sarsıyor, Almanya’da olduğu gibi hükümetler deviriyor. Brexit sonrası gündeme gelen krizler, Avrupa’nın merkezkaç kuvvetlerinin güçlenmesine neden oluyor ve bir çözülme tehlikesini beraberinde getiriyor. Eski Avrupa Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi'nin “AB’nin geleceği” için hazırladığı raporda belirttiği gibi, “AB dijital devrimde oldukça geri kalmış” durumda. Aynı raporda, “Avrupa sanayisinin küresel rekabeti için, her yıl 800 milyar Euro yardıma ihtiyaç duyduğu” belirtiliyor.
Bu eksiklikleri gidermek için AB'nin “küresel rekabet gücünü artıracak adımlar atması gerektiği” döne döne vurgulanıyor. Ancak Brexit ile sertleşen ekonomik ve siyasi kriz döngüsüne şimdi ABD ile olan ticari gerilimler de eklenecek. ABD Başkanı Trump’ın ihracata yönelik tehditleri, Avrupa için sadece ekonomik değil, stratejik bir kırılma noktasına da işaret ediyor.
Almanya Ekonomi Enstitüsü (Institut der Deutschen Wirtschaft) tarafından yapılan hesaplamalara göre, yalnızca Almanya'nın bu ticari anlaşmazlıktan doğacak maliyeti dört yıl içerisinde 180 milyar Euro’ya ulaşabilir.
Ukrayna savaşı bu kırılgan tabloyu daha da derinleştiriyor. ABD’nin finansmanını çekmesi halinde AB, savaşın mali yükünü tamamen üstlenmek zorunda kalabilir. Bu sadece ekonomik bir yük değil; AB için stratejik bir karar ve siyasi bir sorumluluk meselesi haline geldi. Savaşın yıkıcı sonuçları, Ukrayna halkını ve ekonomisini daha da zor duruma sokarken, AB'nin bu yükün altına girmesi Avrupa'daki varoluşsal krizleri de beraberinde getirecek. Bu maliyetin karşılanması, Avrupa’daki kamu hizmetleri ve sosyal haklardaki kesintilerin daha da artmasına neden olacaktır.
Bu kaotik atmosferde AB liderleri, Brexit’in açtığı yaraya merhem bulamamışken, yeni darbelere dayanabilecekler mi? İrlanda Başbakanı Simon Harris'in belirttiği gibi, AB zirvelerinde tartışılan konuların tümü büyük harcamalar gerektiriyor. Dijitalleşme, iklim değişikliği ile mücadele, altyapı eksiklikleri ve askeri harcamalar, büyük bir finansal kaynak ihtiyacı doğuruyor. Ancak bu gereksinimlerin karşılanması için AB normlarının öngördüğü iç ve dış borçlanma sınırlarını aşmayı gerektiriyor. Bu ise, özellikle Almanya’nın şiddetli direnci nedeniyle bugüne kadar sürekli ertelendi ve Scholz hükümetinin devrilmesine neden oldu. “Brexit ruhu”nun, bugün Paris ve Varşova semalarında dolaşmaya başlaması şaşırtıcı değil. Brexit'le köpüren ayrışma süreci, AB’nin içten çürümesine ve ırkçı-şoven politikaların güçlenmesine zemin hazırlıyor. Brexit'in yarattığı etki, sadece siyasi düzlemde değil, ekonomik anlamda da kendini hissettiriyor.
Avrupa Komisyonu, Brexit sürecinde İngiltere’ye karşı sert bir tavır almış olsa da bugün Michel Barnier, Donald Tusk ve Emmanuel Macron gibi AB'nin simgesel isimleri bile Brexit retoriğini benimsemiş görünüyorlar. Polonya Başbakanı Donald Tusk, Brexit yanlılarının politikalarını benimseyerek sınır kontrollerini artırma talebinde bulunuyor. Macron ise Fransa’da faşist Marine Le Pen’in desteğiyle ayakta dururken, AB'nin ortak politikalarını kendi milliyetçi çıkarları doğrultusunda zayıflatmaya çalışıyor. Sermayenin ulusal çelişkilerle birleşerek Avrupa'yı çözülmeye götürdüğü bu süreç, birlik içerisindeki sınıf farklılıklarını daha da keskinleştiriyor.
ABD'nin jeopolitik çıkarlarına olan bağımlılık ise Avrupa’nın kırılganlığını daha da artırıyor. Fosil yakıt, silahlanma ve dış ticaret konusunda Washington’a bağımlı bir yapıya evrilen AB’de, krizleri krizler izlemeye devam edecektir. Bu tablo, yalnızca AB'nin kendi iç krizlerini çözme kapasitesinin zayıflığını değil, aynı zamanda ABD'nin Avrupa üzerindeki tahakkümünün AB'nin geleceği açısından nasıl bir tehlike oluşturduğunu da gösteriyor.
ABD'nin her an uygulayabileceği gümrük vergileri ve ekonomik yaptırımlar, Avrupa'yı yalnızca daha büyük bir kriz döngüsüne sürükleyecektir. Bu durumun devamı, Avrupa’yı kendi içinde daha fazla ayrışmaya iterken, Brexit gibi ayrılıkların önünü açacaktır. “Her zamanki gibi iş yapma biçimlerinin artık bir seçenek olmadığı” gerçeği, AB için olduğu kadar, ABD'nin kendi küresel hakimiyetini koruma stratejileri açısından da geçerlidir. Bu gelişmeler, hegemonya çatışmalarının şiddetlendiği koşullarda sistemin derinleşen krizinin öngörülebilir bir gelecekte aşılmasının mümkün olmadığına işaret ediyor. Kapitalizm bir sistem olarak aşılmadığı sürece yapısal krizler yeni krizleri doğurarak çöküş sürecini hızlandıracaktır.