ABD’nin İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’ye yönelik saldırısını Pentagon, “ABD ordusu, Başkan’ın yönlendirmesiyle, yurt dışındaki ABD personelini korumak için, ABD’nin terör örgütü kabul ettiği İran Devrim Muhafızları-Kudüs Gücü’nün lideri Kasım Süleymani’yi öldürerek kararlı bir savunma eylemi gerçekleştirdi” açıklamasıyla duyurdu. Açıklamada tahrik edici ve savaş kışkırtıcı bir dilin kullanılması, ortada bilinçli bir tercih olduğunu gösteriyor. Emperyalist sistemin keskinleşen çelişkileri, emperyalist dünyada esen sert rüzgarlar, “barış”, “uzlaşma” hayallerini çoktandır dağıtmış bulunuyor. “Uzlaşma” yerini saldırganlığa, “barış” ise savaşa terk etmiştir.
Saldırganlıkta sınır tanımayan Trump’ın “çoktandır öldürülmesi gerekliydi” dediği Süleymani’nin öldürülmesinin, Çin, Rusya ve İran’ın Hürmüz Boğazı’nda yaptıkları ortak askeri tatbikat sonrasına rast getirilmesinin altı özellikle çizilmelidir. Kasım Süleymani herhangi biri değil, İran ordusunda üst düzey komutan olmanın ötesinde rejim için, özellikle de mollaların başı Hamaney için çok özel biriydi.
ABD Süleymani’ye karşı saldırıyı belli bir stratejiye bağlı olarak, devletler hukukunu ayaklar altına alarak, “egemen” bir devletin toprakları üzerinde yapmayı tercih etmiştir. Saldırıdan sonra ABD dışişleri ile değişik düzeylerde yapılan açıklamalar, son olarak ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mark Milley”in, saldırının “Stratejik sonuçlarının bilincindeyiz” açıklaması, bunun bilinçli bir stratejik tercih olduğunun teyit edilmesi, çatışmalı sürecin daha yaygın bir savaşa doğru gelişmesinin göze alındığını gösteriyor. ABD emperyalizmi fütursuzca yaptığı bu saldırıyla, rakiplerine olduğu kadar müttefiklerine ve çizgiden çıkmak isteyen uşaklarına da bir mesaj vermiş oldu.
Savaş ilanı yapmadığı bir devletin üst düzey bir komutanını “egemen” bir ülkenin topraklarında öldürmesini hiçbir uluslararası kurum ve devlet sorgulayamadı. Üzerinde çokça laf ettikleri devletler hukukunun korsanca bir yöntemle çiğnenmesini görmezlikten gelmenin ötesinde, Almanya ve İngiltere örneğinde olduğu gibi, daha bir de asıl suçlu olarak İran’ı gösterdiler. Arsızca bir tutumla taraflara “itidal” çağrısında bulunmayı da ihmal etmediler. Bu durum, kapitalist dünyadaki mevcut ilişkiler düzenine yeni bir ayna tuttu. Kendi ülkelerinde gerekli her durumda kendi hukukların bizzat çiğneyenler, aynı şeyi gerekli her durumda uluslararası hukuk alanında da yapıyorlar. Onlar için uluslararası hukuk yalnızca güçsüz ve zayıf olanların ellerini kollarını bağlamaya yarıyor. Son cinayet, kapitalist-emperyalist dünyada orman kanunlarının hüküm sürdüğünü bir kez daha teyit etmiş oldu.
“Uluslararası hukuk”a bağlı devletlerin seremoni geçidi
Denebilir ki en “sert” açıklamayı, Süleymani’nin öldürülmesini “bölgede tansiyonu yükseltecek maceracı bir adım” olarak tanımlayan ve Süleymanı’yi, “kendini İran’ın ulusal çıkarlarını korumaya adamış bir isim” olarak yücelten Rusya yapmış oldu. Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Geng Şuang ise, Çin’in “uluslararası ilişkilerde güç kullanımına her zaman karşı çıktığını” dile getirerek, taraflara “itidal” çağrısı yaptı. Bu onların, kısa bir süre önce ortak askeri tatbikat yaptıkları müttefiklerine karşı yapılan haydutça saldırıyı kınamak gücünden yoksun olduklarını gösterdi.
Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, “ABD’nin askeri operasyonu İran tarafının bir dizi tehlikeli provokasyonu neticesinde oldu” diyerek cinayete bir tür destek vermiş oldu. Tek sıkıntısı, “bu eylemin gerilimi azaltmamış” olmasıydı! Fransa’nın AB Bakanı Amelie de Montchalin yaptığı açıklamada, “Daha tehlikeli bir dünyaya uyandık” dedi. Elysee Sarayı’ndan yapılan açıklamada ise, Macron’un bütün tarafları gerilimi daha fazla tırmandırmaktan kaçınmaya ve itidalli olmaya çağırdığı bildirildi. BM’den Genel Sekreter Antonio Guterres adına yapılan açıklamada da, bölgede gerilimin tırmanmasından duyulan endişe dile getirildi ve yine itidal çağrısı yapıldı.
Tayyip Erdoğan iktidarının tutumu da özünde çok farklı değildi, bir bakıma zavallıcaydı. Bölgedeki müttefiki, Kürt halkına karşı savaşta ise kılıç arkadaşı olan İran’ın önemli bir adamının öldürülmesi üzerine neredeyse bir gün sonra açıklama yapabildi. Çeşitli güç odaklarının ne söylediğini ya da söyleyeceğin bekleyip gördükten sonra, nihayetinde “itidal” çağrısı içeren bir açıklama yapabildi: “Bölgede tırmanan İran-ABD gerginliği çok kaygı vericidir. Şiddeti artırmak Irak halkına kötülük etmektir. Tüm tarafların itidal içerisinde davranması şu anda Irak’ın ve bölgenin ihtiyaç duyduğu en hayati yaklaşımdır. Türkiye olarak bölgenin güvenlik ve istikrarı için çalışmaya devam edeceğiz.” Bu açıklama tam bir ikiyüzlülük örneğidir. Suriye’deki büyük yıkımın birinci dereceden sorumlusu olan, şimdilerdi ise Libya’daki iç savaşta aktif taraf olmaya hazırlananların, bölgenin ateş çemberine atılmasından yakınmaları bunun göstergesidir.
ABD emperyalizmi, uluslararası hukuku ayaklar altına alarak yaptığı haydutça saldırıyla, yalnızca bölgedeki müttefiklerine ve uşaklarına arkalarında olduğu mesajını vermemiştir. Yanısıra Avrupalı emperyalistlerin sadakatinin, Çin ve Rusya’nın ise olası tepkilerinin boyutlarını test etmiştir. Saldırı kimilerinin söylendiği gibi Trump’ın kişisel tasarrufu ve seçim yatırımı olmaktan öte, daha kapsamlı bir stratejinin parçası olarak gerçekleştirilmiştir. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mark Milley saldırının “Stratejik sonuçlarının bilincindeyiz” derken, bunu söylemiş oluyordu.
Molla rejiminin boynundaki utanç abidesi
1979 senesinde rejimi terör ve şiddetle ayakta tutmak için Mollalar tarafından kurulan İran Devrim Muhafızları Ordusu’na katılan ve Hamaneyi’in kanatları altında yükselerek kalıcılaşan Süleymani’nin ilk icraatlarının başında, 1979’da Mahabad Kürtlerinin ayaklanmasının ve öğrenci-gençlik hareketlerinin kanla bastırılması bulunmaktadır. Onun elinde ilericilerin, devrimcilerin, işçilerin ve sendikacıların kanları vardır.
İran halkına karanlık bir rejimi, açlık ve yoksulluğu dayatan, rüşvet yolsuzlukla anılan ve çürümesi derinleşen molla rejimi ABD emperyalizminden “intikam” alacağını haykırıyor. Buna kuşkusuz hakkı var. Ama öte yandan biz bu aynı rejimin, daha en başından itibaren hak aramak için sokaklara çıkan emekçileri, kadınları ve gençleri, grev yapan işçileri katletmekten geri durmadığını biliyoruz. Son kırk yıldır yaptıkları da hep bu olmuştur. İşkencelerle anılan zindanlar sürekli biçimde dolup taşmıştır. Mollaların artan sefahatine karşılık emekçilerin sefaleti de katlanarak artmıştır. Nüfusun önemli bir bölümü açlık sınırında yaşam mücadelesi veren petrol ve doğalgaz zengini İran’ı devlet terörüyle yönetmek, molla rejiminin boynunda bir utanç abidesi olarak asılı duruyor.
Gerçekliğin öteki yüzü bu olsa da, Ortadoğu’yu bir kan deryasına çevirmiş bulunan ABD emperyalizminin bu bölgede halkalara zulmeden rejimleri ve onun önde gelen isimlerini ortadan kaldırmak gibi bir sorunu olmadığı, yalnızca büyük acılar ve yıkımlar üzerine kurmayı hedeflediği yağma ve talan düzeninin önündeki engelleri temizlemeye çalıştığı gerçeği orta yerde duruyor.