Sınıflara ve sömürüye dayanan kapitalist sistemin en temel özelliklerinden biri servet-sefalet uçurumunu durmaksızın derinleştirmektir. Gün geçtikçe gelişen bilim ve teknoloji emeğin üretkenliğini gittikçe arttırıyor. Artan emek üretkenliği ise yeryüzündeki her türlü üretimi ve zenginliği öncesine kıyasla katbekat arttırıyor. Fakat kapitalizm koşullarında emekçiler ürettikçe yoksullaşmaktadır. Yoksulluktan da öte dünya nüfusunun önemli bir kesimi açlık riskiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Eşitsiz ve çarpık bir sistem olan kapitalizmin insanlığı karşı karşıya bıraktığı en çarpıcı, en akıl dışı ve en korkunç gerçek, açlık sorunudur.
Günümüz dünyasında çok ciddi bir gıda sorunu yaşanıyor. Gıda sorununun bir yanında açlık sorunu varken, öbür yanında ise korkunç derecede bir israf vardır. Bir yanda obezite, öbür yanda ise yetersiz beslenmenin ürünü çelimsiz insan görüntüleri, bu çelişkinin toplumdaki görünür ifadesi olmaktadır.
Dünyada 690 milyon insan açlıkla karşı karşıya
BM tarafından yayınlanan, 2019 yılına ait Dünya Gıda Güvenliği ve Beslenme Raporu’na göre, yeryüzünde 690 milyon kişi açlık riskiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Bu miktar dünya nüfusunun yaklaşık olarak %9’una tekabül etmektedir.
Açlık sorunu çeken insan sayısı bakımından Asya başı çekerken, onu Afrika, Latin Amerika ve Karayipler izlemektedir. Fakat tüm nüfusa oranı bakımından Afrika başta gelmektedir. Afrika’da insanların %19,1’i yetersiz beslenmektedir. Gidişat böyle devam ederse, 2030 yılına gelindiğinde Afrika, tüm dünyadaki kronik açlığın yarısına ev sahipliği yapacaktır.
Dünyada açlık sorunu çeken insanların sayısı 2014 bu yana, özellikle son beş yılda 60 milyon kişi arttı. Bu artış eğilimi devam ederse 2030’da yeterli beslenemeyen veya açlıkla yüz yüze olan insan sayısının 840 milyona çıkacağı tahmin ediliyor. BM’nin 2019 verilerine göre, dünyada 5 yaş altı çocukların üçte biri ile dörtte birinin (191 milyon) gelişimi sekteye uğramıştır. Bu çocuklar ya çok kısa ya da çok zayıf kalmışlardır. Yine Save The Children (Çocukları koruyun) vakfının yayınladığı raporlara göre, dünya genelinde 5 yaşın altında 11 milyon çocuk açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Dünyada emperyalist savaşların, iç savaşların veya kuraklık, çekirge istilası, sel felaketleri gibi doğal afetlerin yaşandığı coğrafyalar açlık ve yetersiz beslenmede başı çekiyorlar. Örneğin, BM verilerine göre, 6 yıllık iç savaşta 100 bin civarında insanını yitiren ve harap olan Yemen’de, 30 milyonluk nüfusun nerdeyse yarısı açlık sorunuyla karşı karşıyadır. Açlık en çok kadınları ve çocukları vurmaktadır. Binlerce Yemenli çocuk dünyanın gözleri önünde açlıktan, yetersiz beslenmekten ve hastalıktan can vermektedir. Yine Welthungerhilfe adlı Alman yardım kuruluşunun verilerine göre Suriye nüfusunun %60’ını oluşturan 12 milyon kişi, doğru düzgün karnını doyurma olanağından yoksun bulunuyor.
Korona süreci dünyadaki açlık sorununu daha da büyüttü. 2020 yılı sonu itibarıyla dünyada açlık sorunu çeken insan sayısına 130 milyon kişi daha eklendi.
Açlık veya yetersiz beslenme insanları sadece öldürmekle kalmıyor, gün geçtikçe artan hastalıklara bağlı olarak, sağlık harcamalarını da devasa boyutta arttırıyor. BM’ye göre 2030 yılına kadar, sağlıksız beslenmenin yol açtığı sorunlar 1,3 trilyon dolarlık sağlık harcamalarını da beraberinde getirecek.
Gıdaların üçte biri çöpe atılıyor
Dünyadaki açlık sorunu hiç de yokluktan veya gıda yetersizliğinden kaynaklanmıyor. Tam aksine varlık içinde yokluk yaşanıyor. Her konuda olduğu gibi gıda konusunda yaşanan sorunun kaynağında da esas olarak adaletsiz bölüşüm sorunu yer alsa bile, çok ciddi boyutta olan israfın rolü de asla yadsınamaz.
BM’nin yayınladığı 2021 gıda israfı endeksine göre, 2019’da dünya genelinde 931 milyon metrik (1,03 milyar ton) gıda israf edildi. Bu, peş peşe sıralanan 23 milyon kamyon dolusu gıda anlamına geliyor. Üretilen yiyeceklerin beşte biri mağazalar, restoranlar veya evlerden doğrudan çöpe atılıyor. Toplam üretimin %17’si daha insan damağına değmeden çöpe gidiyor. Gıda israfı ve atıklarında evler %61’lik payla başı çekiyor. Amerika’da üretilen gıdaların %40’ı çöpe atılıyor. Bununla 2 milyar insan doyabilir.
Sanılanın aksine gıda israfı sadece gelişmiş ülkelere has bir durum da değildir. Yoksul ülkelerde de çok ciddi bir gıda israfı var. Kısacası dünya çapında üretilen gıdaların en az üçte biri hiç yenmeden çöpe atılıyor. Sırf bu korkunç israf önlense bile dünyada açlık diye bir sorun kalmayacaktır.
Gıda üretiminin çevre üzerinde de önemli bir etkisi var. Üretim aşamasında çevre kirlendiği gibi, üretim için gerekli olan enerjinin sağlanması aşamasında da ciddi karbon salınımları gerçekleşiyor. Öte yandan karbon emisyonlarının %10’unun küresel çapta yenmeyen yiyeceklerle bağlantılı olduğu biliniyor. Çürüyen gıda artıkları güçlü bir sera gazı olan metan gazının açığa çıkmasına sebep oluyor. BM’ye göre, eğer gıda artıklarının kendi ülkesi olsaydı, bu, ABD ve Çin’den sonra dünyanın en büyük üçüncü sera gazı emisyonuna sahip ülkesi olurdu.
Sağlıklı gıdalara erişmek gittikçe zorlaşıyor
Gıda sorunuyla ilgili bir diğer önemli başlık da tüketilen gıdaların ne derece sağlıklı olup olmadığı sorunudur. Bugün özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde gıda yetersizliği diye bir sorun yoktur. Fakat bolca bulunan bu yiyeceklerin ne kadar sağlıklı olduğu son derece tartışmalıdır.
Endüstriyel tarım ve hayvancılığın ürünü gıdaların hemen hepsi, raf ömrünü uzatmak için kullanılan kimyasal katkı maddeleri, genetik müdahaleler, hormonlar, kullanılan suni gübreler veya yemlerden dolayı insan sağlığını tehdit etmektedirler. Besleyiciliği zayıf bu gıdalardan bolca tüketmek de sağlıklı olmaya yetmediği gibi, insan sağlığını zamanla tehdit eden bir boyut kazanıyor. 15 günde yetişen piliçler, bir haftada büyüyen sebzeler, güneş ve toprak yüzü görmeyen hayvanlar ne kadar sağlıklı ve organik olabilir ki?
Şimdilerde özellikle batı metropollerinde revaçta olan bir bio/organik ürün sektörü var. Örneğin Almanya’da gittikçe gelişen bu sektörün tüm gıda sektörü içindeki payı henüz %5’i ancak buluyor. Bu oran bazı İskandinav ülkelerinde daha yüksek. Fakat mesele, sadece ayrıcalıklı bir kesimin bundan faydalanmasıyla da sınırlı değil. Organik olduğu iddia edilen bu ürünlerin gerçekten ne kadar organik olup olmadığı da tartışmalıdır. Zira bu konuda yapılan sahtekarlıklar bir yana, ürünlerin yetiştirildiği topraktan tutalım kullanılan suya ve hatta yağan yağmura kadar her şeyin organik yapısının bozulduğu bir ortamda hiçbir şeyin tam olarak organik olamayacağı da başka bir acı gerçektir.
Kapitalizmde sağlıklı beslenmek de sınıfsal bir olgudur. En ucuz sağlıklı beslenmenin maliyeti bile, sadece nişasta ağırlıklı gıdalarla beslenmenin maliyetinden beş kat fazladır. Sağlıksız veya yetersiz beslenmek ise insanda çok ciddi sağlık problemlerine yol açıyor. Bugün özellikle batı toplumlarında yaşanan obezite ve artan kanser vakaları bununla doğrudan bağlantılıdır.
Raporların ötesine geçmek mücadeleyle olur
Düzenin bazı kurumları tarafından çeşitli konularda yayınlanan raporlar bile kapitalist sistemin ne derece çürüdüğünü ve sürdürülemez olduğunu çarpıcı bir şekilde ortaya sermektedir.
İnsanı bir ekmeğe muhtaç bırakan, insana ihtiyacından fazlasını aldırıp israf yaptıran, lüks ve gereksiz tüketimle toplumsal kaynakları çarçur eden bizzat kapitalizmin kendisidir. Bu çarpıklığın gerisinde kapitalizmin insan ihtiyaçlarına değil de kâra ve pazara endeksli, plansız ve anarşik üretim tarzı yatmaktadır.
Sürekli ihtiyaç fazlası üreten sistem, ürettiği bu şeyleri tükettirmek için de yoğun bir çaba harcıyor. Yapılan reklamlar, kampanyalar vs. ile insanların tüketim alışkanlıkları manipüle ediliyor. İnsanların tüketim kültürünü, alışkanlıklarını ve önceliklerini de çoğunlukla bu sistem belirliyor. Şimdilerde Türkiye’de yoksulluğun olmadığına kanıt sayılan, yoksul insanların elindeki son model cep telefonları misalinde olduğu gibi... Oysa, insanları doğru düzgün beslenme olanağından yoksun bırakan da, o insanlara o telefonları aldıran da, sonra dönüp o insanları suçlayan da aynı düzendir.
BM 2030 yılına kadar dünyada “sıfır açlık” hedefini önüne koyduğunu söylüyor. Ancak dünyanın gidişatına baktığımızda, bu hedefin gerçekleşmesi bir yana, bir sonraki yıl hazırlayacakları raporun bile öncekileri aratıp aratmayacağı meçhuldür. Bu bağlamda sadece Hindistan sermayesinin yerel tarımı yok etmek için ortaya koyduğu çabaya bakmak bile gelecek hakkında fikir sahibi olmaya yeterlidir.
Yerel tatların ve üretimin sürekli yok edildiği, endüstriyel tarım ve hayvancılığın damgasını taşıyan tekeller dünyasında açlığı, yoksulluğu, hastalıkları ve israfı yok etmek mümkün değildir. Diğer her şey bir yana, emekçilerin temiz hava, temiz su ve sağlıklı gıdalara ulaşması için de sosyalizm bir zorunluluk haline gelmiştir. Bunun için raporların ötesine geçip, mücadeleyi yükseltmek gerekiyor.