Dünyanın en büyük Müslüman nüfusuna ev sahipliği yapan Endonezya, “dinler arası tolerans” ile anılırdı. Müslümanlar, Hristiyanlar ve diğer dinlere mensup halklar barış içinde bir arada yaşıyorlardı. Dinsel gericiliğin güç kazanması, bu barış ve hoşgörünün tahrip olmasına yol açtı.
“Çeşitlilik içinde birlik”, İslam’ın egemen olduğu ama devlet dini olmadığı 260 milyon nüfuslu ülkenin hala resmi devlet sloganı olsa da, son birkaç yıldır iklim İslam dışındaki dinler için giderek sertleşiyor. Endonezya bugünlerde tam da bu nedenle dünya gündeminde. 28 Mart günü iki motosikletlinin Makassar kentinde bir Katolik kilisesine düzenledikleri saldırıda 20 kişi yaralandı. Bu nedenle Paskalya döneminde Hıristiyan kiliselerinin koruması arttırıldı.
Endonezyalı bir siyaset bilimcisi, “Hoşgörüsüzlük iklimi, ırkçılık, fanatizm, faşizm ve radikalizm gibi şeyleri yetiştiren, iyi olan her şeyi yok edebilen en tehlikeli tohumdur” sözleriyle tehlikenin boyutlarına işaret ediyor.
Din ve devlet işleri ayrımı Endonezya anayasasında kesin ifadelerle yer alsa da, “muhafazakâr Müslümanlar”, “kanaat önderleri” şeriat yasalarını daha yüksek sesle talep ediyorlar. Nüfusunun yüzde 90’ının Müslüman olduğu ülkenin buna “hakkı olduğu” görüşü zemin bulabiliyor. Özellikle gençler arasında diğer dinlere karşı hoşgörünün azaldığı belirtiliyor.
Çin kökenli bir Hıristiyan olan başkent Cakarta eski valisi, 2017’de, “Kuran seçime ve siyasete malzeme edilmemeli” dediği için, “dine hakaretten” hapse mahkûm edildi. İslami ağırlığın “mahalle baskısı” her geçen gün artıyor. Basın Yayın Üst Kurulu, şarap yapımı ile ilgili bir belgesel yayınladığı için, bir televizyon kanalına “alkol propagandası yapmaktan” ceza kesti. Öğretmenler ilkokullarda bile kız öğrencilere başörtüsü takmadıkları için ceza verebiliyor, psikolojik baskı uygulayabiliyor, aşağılıyor, bu nedenle eve gönderebiliyorlar.
Ailede başörtüsü takmayan tek kadın olan 48 yaşındaki Ismutia Rickard şunları söylüyor: “Arkadaşlarım, çevrem ve hatta ailem, bana diyorlar ki, ah ne güzel, kız kardeşlerinin başörtüsü takması… Sen bunu ne zaman yapacaksın? … Başörtüsü takmazsan cehennemde yanacaksın. Masum annen ve baban başörtüsü takmamandan sorumlu tutuluyorlar. Kocan başörtüsü takmadığın için cehenneme giderse sen sorumlusun...” Aktarılan bu sözler, Endonezya’nın geldiği noktaya işaret ediyor.
Endonezya’yı bugüne getiren süreç
17.500 adadan oluşan Endonezya’da 360 farklı etnik kökene sahip halk yaşıyor. Resmi dili Bahasa olan ülkede 700’den fazla dil ve lehçe konuşuluyor. Nüfusun çoğunluğu Müslüman. 26 milyon da Hıristiyan yaşıyor.
Bugünkü “dini çatışmalar”ın sorumlusu, uzun yıllar Endonezya’yı sömüren sömürgeci devletler ve Endonezya sermayesidir.
1600’lerden itibaren ülkenin Hollanda tarafından sömürgeleştirilmesiyle Hristiyanlık yaygınlaştırıldı. Hristiyanlara “beyaz”, diğerlerine “siyah” muamelesi yapılarak, bugünün kin, nefret ve katliam tohumları ekildi.
1900’lerden itibaren dünyadaki gelişmelere bağlı olarak Endonezya’da da siyasal hareketlenmeler oldu. Dönemin Avrupa’sındaki sınıf mücadelelerine katılmış olan Hollandalı işçilerin Endonezya’da kurdukları Sosyal Demokrat Birlik (ISDV), ilk fakat etkisi sınırlı bir örgütlenmeydi. 1917 Ekim Devrimi’nin tüm dünyada olduğu gibi Endonezya’da da büyük bir etki yaratması, ISDV’nin önünü açtı. Ordu içerisinde de örgütlenen ISDV, “Kızıl Muhafızlar” adıyla binlerce üyesi olan bir “Asker Sovyeti” bile oluşturabildi. 1924 yılında Endonezya Komünist Partisi (EKP) adını aldı.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Endonezya halkları sömürgeciliğe başkaldırdılar. Partinin sömürgeciliğe karşı kararlı mücadelesi, toprak reformu talebi ve toprak ağalarını hedef alması, tarım işçileri başta olmak üzere emekçiler içinde büyük bir destek görmesini sağladı. Ülkenin neredeyse tüm öğretmen, sanatçı ve aydınları EKP üyesi ya da sempatizanıydılar. O yıllarda üye sayısı milyonlarla ifade ediliyordu.
Ekim Devrimi’nin yarattığı işçilerin ve halkların kardeşliği rüzgârı Endonezya’da da esiyordu. Dinler ve halklar arası tolerans en üst düzeydeydi.
EKP’nin toprak reformu çağrısına, aralarında Hıristiyanların da olduğu, toprak ağalarından oluşan “dini önderler” karşı çıktılar.
EKP ise, hükümette yer alarak bakanlık koltuklarına oturma hatasını işledi. Sömürge Hollanda’ya karşı işgalci Japonya ile anlaşarak “bağımsızlık” elde etmek isteyen hükümetin aksine EKP, Japonya’ya karşı Hollanda’ya destek çağrısı yapabildi. Sonuçta Hollanda Japonya karşısında yenilgiyi kabullenerek ve arkasında büyük bir yıkıntı bırakarak Endonezya’yı terk etti. Japonya’nın henüz tam egemenlik kuramadığı kargaşa ortamında Endonezya bağımsızlığını ilan etti. Japonya Hollanda’nın akıbetini yaşamamak için kabullenmek zorunda kaldı.
EKP muazzam etki ve gücüne rağmen dönemin devlet başkanı Sukarno’yu destekledi. Sukarno’nun 1960’lardaki milliyetçilik, din ve komünizm sözcüklerinin kısaltılıp birleştirilmesinden oluşan “NASAKOM” sloganına destek verdi.
1965’te EKP, üç buçuk milyon üyesi ve sayısız taraftarı ile, SSCB ve Çin’den sonra dünyanın üçüncü ve iktidarda olmayan birinci büyük komünist partisi idi. Dünyanın “kızıl” ve “beyaz” kutuplara ayrıldığı “soğuk savaş” yıllarında, SSCB ve Çin’den sonra Endonezya gibi bir coğrafyanın “kızıl” kutupta yer almasına müsaade edilemezdi.
CIA, ordu içinde nüfuzu olan General Suharto ile yaptığı gizli bir toplantıda, komünistleri tasfiye planını masaya yatırdı. ABD ve yerli işbirlikçilerle yapılan plan gereği, 30 Eylül 1965’te komünistlerin katli için harekete geçildi. Orduda görev yapan 6 üst düzey general kaçırılarak öldürüldü. Generallerin öldürülme tarzına ilişkin türlü rivayetler yayıldı.
Bu süreçte dinsel gericilik en güçlü silah olarak devreye sokuldu. Cezaevlerinden çıkartılan binlerce komünist tutsak dinci faşist çetelerin eline verildi ve hunharca işkencelerle katledildi. Köyler, ilçeler, şehirler, nehirler cesetlerle doldu.
Altı ay içinde bir milyon civarında komünist adeta kılıçtan geçirilerek katledilmiş, muazzam gücüne rağmen EKP buna karşı direniş sergileyememiştir. Gemi azıya alan dinci-faşist katliamcılar ve devlet güçleri adeta bir kırım gerçekleştirmiştir.
EKP’nin devrimci bir çizgi ve pratik izlemek yerine Sukarno’yu desteklemesinin, hükümette yer alarak bakanlık koltuklarına oturma hatasının, bunun yarattığı rehavetin bedeli çok ağır olmuştur.
Komünistlerin katliamdan geçirilmesinin sonrasındaki süreçte, “komünist kırımı”nda etkili bir silah olarak kullanılan dinsel gericiliğin önü açılmış, “çeşitlilik içinde birlik”, “dinler arası tolerans” ağır bir darbe yemiş, “anayasal güvence”ler kâğıt üzerinde kalmıştır.
Halklar ve dinler arası toleransı, işçilerin ve halkların kardeşlik iklimini dün olduğu gibi bugün de yeşertecek olan işçi ve emekçilerin komünistler önderliğindeki mücadelesidir.