AB kurumlarına atamalar veya sözde burjuva demokrasisi

AB’nin emperyalist yayılmacı yönelimi, daha fazla militarizm ve silahlanmayı kaçınılmaz olarak beraberinde getirecektir. Bu süreç dün “refah toplumları” olarak sunulan, bugün ise her dört kişiden birinin yoksulluk içerisinde yaşadığı Avrupa ülkelerinde, işçi ve emekçileri daha fazla yoksullaşmaya itecektir. Çünkü kapitalist tekellerin çıkarları için tepeden tırnağa silahlandırılan, savaşlara sürülen işgal orduları emekçilerin yarattıkları değerler üzerinden finanse edilmektedir. İşçi ve emekçilerin ne hızla büyüyen militarizmden ne de emperyalist talan savaşlarından en küçük bir çıkarı olabilir. Tam tersine, bunlar kitlelerin açlık ve sefaletini çığ gibi büyütmektedir. Dolayısıyla Avrupalı işçi ve emekçiler emperyalistlerin AB’sine karşı, savaşın, sömürünün, açlık ve sefaletin olmadığı, işçi ve emekçilerin kardeşçe bir arada yaşayacakları Avrupa Sosyalist Cumhuriyetler Birliği için ortak mücadeleyi yükseltmelidirler.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Dünya
  • |
  • 15 Ağustos 2019
  • 22:33

26 Mayıs tarihinde yapılan ve arkasında sarsıntılar bırakarak geride kalan Avrupa Birliği (AB) seçimlerinin hemen ardından, AB’nin en önemli organlarının başına kimlerin getirileceği her zamanki gibi kirli pazarlıklara konu olmuştu. Yarım milyarlık nüfusu ve devasa ekonomik birikimi üzerinden AB, dünyanın dördüncü saldırgan ve yayılmacı emperyalist gücünü oluşturuyor. Dolayısıyla AB içerisinde yönetim dizginlerinin kimlerin elinde olacağı büyük bir önem taşıyor.

Birliğin egemen güçleri tarafından perde arkasındaki karanlık kulislerde belirlenen ve AB’ye dayatılan adayların “demokratik seçimler” denilen bir orta oyunu ile ilan edilmesi süreci asıl olarak tamamlanmış durumda. Avrupalı kapitalist tekeller tarafından, Almanya Savunma Bakanı Ursula von der Leyen Avrupa Komisyonu’nun, Belçika Başbakanı Charles Michel AB Konseyi’nin, IMF Başkanı Fransız Christine Lagarde Avrupa Merkez Bankası’nın başına getirildiler.

Değişik birtakım kurumlardan oluşan AB’de belirleyici ve yaptırım gücüne sahip iki organ bulunuyor. Bunların ilki Avrupa Merkez Bankası (AMB), diğeri ise Avrupa Komisyonu’dur (AK). AMB birliğin ortak bütçesinin nasıl ve nerelere harcanacağı konusunda tam yetkili iken, Avrupa Komisyonu da yasa teklif etme yetkisi olan tek organdır. Avrupa Komisyonu AB’nin motor gücüdür ve günlük işlerini yürütür. Her üye ülkeyi temsilen, komiser adı verilen toplam 28 üyesi vardır. Komisyon, hizmetinde ağırlıklı olarak kapitalist tekellerin CEO’larından, askeri ve istihbarat kurumları temsilcilerinden oluşan 35 bin çalışanıyla dev bir kurumdur.

Bu kurumların başına gelecek kişiler aslen AB seçimleri sürecinde direk aday olarak belirlenen kişilerden oluşmaktadır. Fakat asıl kararlar her seferinde olduğu gibi, burjuva demokrasisinin kırıntılarına bile tahammül gösterilmeksizin karanlık kulislerde belirlenmektedir. Öncekilerde olduğu gibi son seçimler sonucunda da süreç yine böyle yaşandı. Henüz seçimlerin üzerinden bir gün bile geçmeden, birliğe bağlı ülkelerin temsilcileri bir araya gelerek, normal prosedür gereğince adaylar üzerinde görüşmelere başladılar.

Almanya Başbakanı Angela Merkel’in desteklediği merkez-sağın Avrupa Komisyonu için direk adayı CDU’lu Manfred Weber’in yanı ısıra, komisyon başkanlığına aday olanlar arasında Fransız Michel Barnier, Danimarkalı liberal Margrethe Vestager ve Hollandalı merkez-sol aday Frans Timmermans da bulunuyordu. Bu ülkelerden seçilmiş olan adaylar Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’nun karşı çıkması sonucu anında listeden düşürüldüler. Sonuçsuz kalan bu görüşmelerin ardından 29 Mayıs tarihinde bir araya gelen Merkel ile Macron gizli kapılar arkasında yapılan görüşmelerde “demokrasi” adına önemli kararlar aldılar. Merkel ve Macron tarafından alınmış olan bu kararlar, Alman ve Fransız kapitalist tekellerinin çıkarlarıyla tam bir uyumluluk göstermektedir.

Kapitalist tekellerin adayları AB’nin başında

AB seçimleri süreci boyunca, Avrupa Komisyonu Başkanlığı ve Avrupa Merkez Bankası için hiçbir şekilde isimleri anılmayan, Almanya Savunma Bakanı Ursula von der Leyen ve IMF’nin eski başkanı Fransız Christine Lagarde’ın atanması oldukça manidardır. Fransa Cumhurbaşkanı Macron tarafından önerilen bu iki aday bütün politik yaşamları boyunca sermayeye hizmette kusur etmemişlerdir. Merkel’in çekimser kalmasına rağmen, Macron tarafından AK Başkanlığına Ursula von der Leyen’in önerilmesi, sermaye sınıfının ihtiyaç ve çıkarlarıyla doğrudan ilintilidir.

Zira Fransız emperyalizmi, Afrika’nın birçok ülkesinde işgalci-sömürgeci Fransız ordularına en anlamlı desteği Ursula von der Leyen’in Almanya Savunma Bakanı olduğu dönemde almıştır. Alman orduları, Leyen döneminde bizzat Fransız askerleriyle birlikte işgalci bir güç olarak bu ülkelerde birçok katliama imza attılar. Ayrıca AB içerisinde hızla gelişmekte olan militarist saldırgan eğilimlerin güçlenmesinde Ursula von der Leyen’in çok özel bir rolü vardır. Yine Alman, Fransız ve İspanyol silah tekelleri tarafından üretimi planlanan yeni FACS savaş uçakları, Leopard 3 tankları ve insansız hava araçlarının Avrupa pazarlarına rahatça sürülebilmesi ihtiyacı, Ursula von der Leyen’in bu yeni göreve atanmasında belirleyici olmuştur. Nihayet silah tekelleri için milyarlarca avroluk değeri olan AB pazarlarının güvenceye alınması da hayati bir öneme sahiptir.

Macron tarafından önerilen bu iki ismin bir diğer ortak özelliği ise, bakanlıkları döneminde kapitalist tekellerin çıkarları için birtakım yolsuzluklara göz yummaları nedeniyle suçlu bulunmuş olmalarıdır. Leyen, silah tekellerine milyonlarca avroluk sahte ihaleler vererek onların haksız kazanç sağlamasına göz yummuştur. Bundan ötürü parlamento bünyesinde oluşturulan bir komisyon tarafından suçlu bulunmuş ve muhalefet partileri tarafından istifaya zorlanmıştır. Yine AMB’nin başına getirilen Fransız Christine Lagarde, Cumhurbaşkanı Sarkozy yönetiminde maliye bakanı olarak görevde bulunduğu 2016 yılında, ünlü iş adamı Bernard Tapie’ye yapılan 400 milyon avroluk ödemeyi gerekli incelemeye tabi tutmaması gerekçesiyle görevi ihmalden suçlu bulunmuştur.

Angela Merkel hükümetlerinde dört yıl aile, dört yıl çalışma ve altı yıl savunma bakanlığı yapan Leyen bu süreçler içerisinde işçi ve emekçilere karşı her türlü sosyal saldırıların altında imzası olan, sermaye sınıfının yeminli bir hizmetkarıdır. Savunma bakanlığı dönemi boyunca, Almanya’nın birleşmesinden beri en büyük askeri harcamaları hayata geçiren bakan unvanını taşımaktadır. 2014 yılı ile 2019 yılları arasındaki Savunma Bakanlığı bütçesini 30 milyardan 45 milyara çıkartmıştır. NATO içerisinde “Alman şahini” olarak ün yapan Leyen, Almanya’nın yanı sıra Avrupa’daki militarizmin güçlendirilmesi ve Avrupa ortak ordusunun hızla kurulması için yoğun bir çaba sarf etmektedir.

Tam bir savaş çığırtkanı olan Ursula von der Leyen, AK başkanı seçildikten sonra Strazburg’daki konuşmasında Avrupa’nın geleceğine ilişkin planlarını şu sözlerle açıkladı: “Avrupa, dünyada daha güçlü ve daha fazla birleşmiş bir ses haline gelmeli ve hızlı hareket etmelidir. Bu yüzden, dış politika kararlarını nitelikli çoğunlukla almalıyız ve bu kararların arkasında birlikte durma cesaretine sahip olmamız gerekiyor… Avrupa savunma birliğini tam da bu ihtiyaçlarımız nedeniyle oluşturmuş bulunmaktayız.”

Yine bu aynı savaş bakanı, beş ay önce, Almanya’nın Münih şehrindeki Güvenlik Konferansı’nda, sermaye sınıfının temsilcileri, istihbarat ve askeri kurumlardan 600 kişinin önünde militarist saldırgan eğilimlerini şöyle dile getirmişti: “Büyük güçler arasında hızla büyüyen rekabet, yeni güvenlik stratejisinin öne çıkan en önemli özelliğidir. İsteyelim ya da istemeyelim, Almanya ve Avrupa bu rekabetçi mücadelenin parçasıdır, tarafsız olamayız,”

Avrupa Birliği’nin yeni süreci, daha fazla saldırganlık ve yayılmacılık

Yapılan atamalarla, Avrupa’nın en güçlü sanayi ülkelerinden üçü AB’nin kilit kurumlarının yönetimini paylaşmış bulunuyorlar. Bu yeni yönetim altında AB, sermaye sınıfının çıkarlarıyla daha uyumlu, uluslararası alanda daha yayılmacı ve askeri olarak daha saldırgan eğilimi daha da güçlendirmiş oluyor.

AB’nin emperyalist yayılmacı yönelimi, daha fazla militarizm ve silahlanmayı kaçınılmaz olarak beraberinde getirecektir. Bu süreç dün “refah toplumları” olarak sunulan, bugün ise her dört kişiden birinin yoksulluk içerisinde yaşadığı Avrupa ülkelerinde, işçi ve emekçileri daha fazla yoksullaşmaya itecektir. Çünkü kapitalist tekellerin çıkarları için tepeden tırnağa silahlandırılan, savaşlara sürülen işgal orduları emekçilerin yarattıkları değerler üzerinden finanse edilmektedir. İşçi ve emekçilerin ne hızla büyüyen militarizmden ne de emperyalist talan savaşlarından en küçük bir çıkarı olabilir. Tam tersine, bunlar kitlelerin açlık ve sefaletini çığ gibi büyütmektedir. Dolayısıyla Avrupalı işçi ve emekçiler emperyalistlerin AB’sine karşı, savaşın, sömürünün, açlık ve sefaletin olmadığı, işçi ve emekçilerin kardeşçe bir arada yaşayacakları Avrupa Sosyalist Cumhuriyetler Birliği için ortak mücadeleyi yükseltmelidirler.