İki yıl süren pandeminin ardından, Junge Welt gazetesi tarafından “Üçüncü Dünya Savaşını Durdurun – Şimdi!” çağrısıyla, 14 Ocak’ta gerçekleştirilen geleneksel konferans, yeni bir katılım rekoru kırdı denilebilir. Konferansa gençlerin ilgisinin büyük olması dikkat çekiciydi. Saat on birde başlayan konferans akşam saat sekizde kalabalık kitlenin tek bir ağızdan, gür sesle söylediği “Enternasyonal” marşıyla son buldu. Üç bin kişinin bizzat katıldığı konferansı, yirmi bin kişi de internet üzerinden izledi. Örneğin Zürih ve Nürnberg’den konferansa selam gönderen 50 kadar izleyiciden oluşan “halka açık izleme grupları” vardı.
Salonda bildiri, gazete ve dergi satışları, kitap standları, savaş karşıtı flamalar, kızıl bayraklar oldukça dikkat çekiyordu.
“Üçüncü dünya savaşını engellemek için bütün savaş karşıtı güçlerin karşı cephe oluşturması”nı, üzerinde durulması gereken en acil görev olarak tanımlayan açılış konuşmalarının ardından konuşmacılar farklı konularda sunumlarını yaptılar.
Brükselli tarih profesörü Anne Morelli’nin “NATO’nun Savaş Propagandası” sunumu oldukça günceldi. Morelli Birinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, bugüne kadar geçerliliğini yitirmediği söylenen on “savaş propagandası ilkesini” analiz eden İngiliz diplomat Baron Arthur Ponsonby’ye atıfta bulunarak, emperyalistlerin şu propaganda ilkelerini sıraladı:
Savaş istemiyoruz, karşı taraf esas sorumludur.
Düşmanın (karşı tarafın) lideri bir şeytandır. Biz iyi bir amaç için savaşıyoruz.
Düşman yasadışı silahlarla savaşıyor.
Düşman vahşeti bilerek yapar, biz sadece kazara yaparız.
Bizim kayıplarımız az, düşmanınki oldukça fazla.
Sanatçılar ve aydınlar davamızı destekliyor.
Misyonumuz kutsal karakter taşır. Söylediklerimizden şüphe duyan herkes vatan hainidir…
Morelli bu ikiyüzlü savaş propagandasının sistematik şekilde teşhir edilmesinin önemi üzerinde durulması gerektiğini vurguladı.
Pekin’deki Renmin Üniversitesi’nde araştırma yapan ve ders veren bir ekonomist olan Wen Tiejun, emperyalist güçlerin düşüşü ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin yükselişi hakkında konuştu. Çin hükümetinin ekolojik yenilenmeyi hedeflediği saptamasını yapan Tiejun, örnek olarak devlete ait şirketlerin köylülerin ortak mülkiyeti olarak planlanan fotovoltaik tesisleri inşasını gösterdi. Konuşmasının özü “Çin’in hala sosyalist bir ülke” olduğunda düğümleniyordu. “Sosyalist ekonomi sadece fabrikalar üzerindeki kontrol yoluyla değil, aynı zamanda mali sermayenin kullanımı yoluyla da kontrol edilebilir” diyen Tiejun, Çin’in bir tür “Yeni Ekonomik Politika (NEP) izlediği” tezini dillendirdi.
İlgiyle izlenen diğer konuşmacı ise eski Sovyet Rus diplomat ve tarih profesörü Nikolai Platoskin idi. Pasaportuna el konulduğu için doğrudan konferansa katılamadığını belirterek, Moskova’dan canlı yayınlanan konuşmasını Almanca sundu. Donbass ve Rusya’daki pek çok insanın hala da iki ülkenin barış ilişkileri içinde yaşamasını istediklerini belirten Platoskin, 1932-33 yıllarında Almanya’nın faşistleştirilmesi ile 2014 yılında Ukrayna’nın faşistleştirilmesi arasında paralellikler kurdu.
Ardından, 1981’den bu yana ABD’de haksız bir şekilde zindanda tutulan Mumia Abu-Jamal kendi sesinden konferansı selamladı.
ABD’li ekonomi tarihçisi Jack Rasmus, krizle boğuşan dünya ekonomisinin genel bir değerlendirmesini yaptı. Neoliberalizmin 2008-2009 krizinden bu yana hala toparlanamadığına vurgu yaptı. Sermayenin reel ekonomiden mali sektöre göreceli olarak kaymasının istikrarsızlık yarattığını ve sömürüyü şiddetlendirdiğini vurgulayan Rasmus, mevcut enflasyonun yüzde 5 ila 6 seviyelerinde kronikleşebileceğini düşünüyor.
“ABD emperyalizmi, Ukrayna’daki savaşın da açıkça gösterdiği gibi, son 25 yılda daha saldırgan hale gelmiştir. NATO Rusya’ya karşı yeni cepheler açabilir” diyen Rasmus, başta iklim krizi olmak üzere, kitlesel toplumsal hareketlerin önümüzdeki dönemde daha da belirgin bir şekilde yeşereceği, kapitalizm 21. yüzyılın ortalarından sağ çıkamayacağı öngörüsünde bulundu.
Mali Cumhuriyeti eski Kültür ve Turizm Bakanı Aminata Dramane Traoré ise konuşmasında kıta ülkelerindeki yabancı askeri müdahalelere dikkat çekti. Mali’deki Fransız ve Alman askeri operasyonlarının buradaki terörizmi cesaretlendirdiğinin altını çizdi. Fransa’nın askerlerini Mali’den sözde çekmiş gözüktüğünü, fakat askerlerin şu anda komşu ülkelerde konuşlanmış olduğunu, bu ülkelerde de yerel halkın direnişinin giderek arttığını dile getirdi. Fransa’nın Batı Afrika kaynaklarından vazgeçmeye hiç de istekli olmadığı bir gerçek diyen Traore, Ukrayna’daki savaşla karşılaştırmalı bir bakış açısıyla Batı’nın ikiyüzlülüğünü ve ırkçılığını teşhir etti.
Küba Gazeteciler Derneği Birinci Başkan Yardımcısı Rosa Miriam Elizalde’nin, “Barışın Önkoşulu Olarak Sosyalizm: Küba Örneği” sunumu ilgiyle izlendi.
“Artık dünyanın sonunu hayal etmek, kapitalist yönetim modelinin sonunu hayal etmekten daha kolay” diyen Elizalde, büyük teknoloji tekelleri çağında kapitalizmin sekiz milyar insanın verilerini nasıl sömürdüğüne dikkat çekti. ABD’nin Küba’ya karşı bir siber savaş yürüttüğünü belirten Rosa Miriam Elizalde, ilerici, devrimci güçlerin internet ve sosyal ağları demokratik kontrol altına almak için kendi araçlarını yaratmaları gerektiğini belirtti ve şu vurguyu yaptı: “İnsanlık ancak kapitalizmin ‘nefes kesen kültürel egemenliğine’ karşı mücadele ederek ve onu yenerek kurtulabilir.”
Eleştirel bir gözlem
Emperyalist savaşa karşı devrimci tutum üzerine yapılan bir konferansa ilginin oldukça fazla olması bu konudaki tartışmaların genel ihtiyaç olduğunu gösteriyor. K. Liebknecht ve R. Luxemburg gibi büyük devrimciler şahsında işçi sınıfı hareketinin emperyalist savaşa karşı ikirciksiz tutumunun tarihi önemi bugün her zamankinden daha iyi görülüyor. Rusya-Ukrayna savaşına yaklaşımda kafaların ne kadar karışık olduğu çok belirgin. Konferansın bütün coşkusuna rağmen, ortaya çıkan en temel zayıf tarafı bu olgudur. Bütün ekonomik ve toplumsal özgünlüklerine rağmen, işçi sınıfı sömürüsünün diğer emperyalist ülkeleri aratmayacak şekilde yaşandığı, yayılmacı amaçlarını gizlemeyen Çin’in hala “sosyalist ülke” olarak gösterilmesi sosyalizm adına utanç verici bir tutumdu.
Diğer taraftan Rusya’nın saldırganlığının, emperyalist emellerinin rasyonalize edilmesi, NATO’nun planlarına karşı tümüyle haklı bir reaksiyon olarak sunulması ve bunun sosyalist güçler adına yapılması dünya işçi sınıfının savaşa karış net tutum almasındaki en büyük handikaptır. Konferans’ta yapılan konuşmaların ve özellikle Alman Komünist Partisi (DKP) temsilcilerinin tezlerinin dayandığı bu argümanlar, emperyalist savaşa karşı kitlelerin harekete geçirilmesinin önündeki büyük engellerdir.
Dünya devrimci işçi sınıfının emperyalist savaşa karşı tarihsel olarak ortaya koyduğu tutumun bugün Rusya-Ukrayna savaşında belirginleşmemesi aşılması gereken en önemli zafiyettir. Lenin’in o güncel, büyük eseri “Emperyalizm” bugünkü teorik analizlerde temel alınmadan, savaş karşıtı bir barış hareketinin yaratılması olanaklı değildir.
Önümüzdeki dönemde işçi sınıfının politik gündemini oluşturacak Rusya-Ukrayna savaşına karşı tutumun hangi teorik zeminde olması gerektiğinin en temel belgelerinden biri TKİP’nin 27 Şubat 2022’de “Emperyalist dünya ve Ukrayna krizi” başlığıyla yaptığı açıklamadır:
“ABD emperyalizmi liderliğindeki kampın Rusya’nın boğazını sıkmasının yeni bir halkası olan Ukrayna’yı NATO’ya almak politikası kesin bir dille mahkûm edilmelidir. Zira halen dünya barışını tehdit eden, Ukrayna’yı ve halkını ise bir kurban haline getiren kışkırtıcı ve saldırgan emperyalist tutum bu politikada ifadesini bulmaktadır. Öte yandan, Rusya’nın savaşın hemen öncesinde ve bizzat devlet başkanı üzerinden Ukrayna ulusunun ayrı bir devlet olarak var olma hakkını tartışmaya açan gerici ve yayılmacı politikası aynı kesinlikte mahkûm edilmelidir. Ukrayna ulusunun ne olduğu ve siyasal bakımdan varlığını hangi biçimde sürdüreceği, tümüyle Ukrayna ulusunun kendi iradesine ve tercihine bağlı bir sorundur. Mevcut kukla yönetimin Ukrayna’yı sürüklediği durum ne olursa olsun, Ukrayna ulusunun bağımsız devlet olarak var olmak hakkı dokunulmazdır.”
İşçi sınıfı devrimciliği iddiasındaki bir hareket savaş karşıtı yaklaşımını tam da bu berraklıkla ifade etmek zorundadır. Başta işçi sınıfı olmak üzere diğer emekçi kitleler içinde “inandırıcı” olmanın başka bir yolu yoktur. Konferans bu yönüyle yeniden değerlendirilmeyi gerektirmektedir.