Fatoş Güney’in kaleme aldığı Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun adlı kitabı, İthaki Yayınları tarafından 2020 yılı içinde yayınlandı. Fatoş Güney, devrimci bir sinemacı ve dava insanı olan Yılmaz Güney ile nasıl tanıştıklarını, iki ayrı dünyanın insanları olarak evliliğe giden ilişkilerini, sonraki sürçlerde Yılmaz Güney’in devrimci konumu ve kimliğinden dolayı devletin yaptığı baskıları, yaşadıkları acıları, zorlukları anlatıyor. Fatoş Güney, yaşadıkları tüm zorluklar karşısında dayanmayı ve ayakta kalmayı, çok önemli ölçüde Yılmaz’ın devrimci direnişçi kişiliğine borçlu olduğunu döne döne vurguluyor.
Fatoş Güney, anılarına Yılmaz Güney’le tanışmadan önceki burjuva yaşamına ilişkin kısa anlatımlarla başlıyor. Babasının bir fabrikatör olduğunu, annesiyle mutlu bir evlilik yaşadıklarını, çevresiyle birlikte kendisinin de şatafatlı bir yaşam içinde olduğunu anlatıyor. O dönemde kendi burjuva çevresindeki bazı insanlarla duygusal ilişkiler yaşadığını, ancak Yılmaz’la tanıştıktan sonra hepsinin geride kaldığını yazıyor.
Anılarında belirttiği gibi, hayat onu daha 17 yaşında liseli genç bir kızken, adından “Çirkin Kral” diye bahsedilen Yılmaz Güney’le tanıştırıyor. Burjuva basınının da sokak kabadayısı bir “serseri” olarak söz ettiği bu “çirkin adam” sonraki yaşamında Fatoş Güney’in bütün bir dünyasını alt üst edecek ve ondaki devrimci dönüşümün esas temelini oluşturacaktır. Nitekim Fatoş Güney de o zamana kadar içinde bulunduğu şatafatlı yaşamdan dolayı gerçek yaşama dair hiçbir şeyi göremediğini, bilmediğini açıklıkla belirtiyor. Yılmaz Güney ile olan beraberliklerinde ilk kez dünyada ve Türkiye’de hızla gelişen devrimci siyasal ve toplumsal çalkantılar içinde buluyor kendisini.
Girdiği bu yeni dünyayı anlamak ve kavramakta zorlandığı her durumu Yılmaz Güney’in büyük desteğiyle aştığını belirtiyor. Bir yanda babasının da içinde bulunduğu servet ve şatafatlı bir yaşam, diğer yanda da Yılmaz Güney’in içinde bulunduğu çevredeki insanların yoksulluk ve sefaleti... Bu durum doğal olarak ilk kez yaşamında sınıf ayrımlarını ve çelişkileri görmesini kolaylaştırıyor. Ayrıca artık yanında yer aldığı ve yoldaşı olduğu Yılmaz Güney’in çocukluğundan itibaren yaşadığı ağır yoksulluk, sefalet ve acıların da tanığı oluyor.
Anı kitabı aynı zamanda Fatoş Güney’in 60’lı yılların sonu, 70’li yılların tümü ve 80’li yılların ilk yarısına kadar Yılmaz Güney’le birlikte içinde bulundukları devrimci mücadeleden dolayı yaşadıkları baskı ve acıların kısa bir özetini sunuyor bize. Özellikle 12 Mart 1971 faşist darbesiyle birlikte toplumun nasıl bir baskı ve zulüm altında olduğunu, ama aynı zamanda bu dönemin yiğit devrimci gençlik önderleri olan Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş’lerin nasıl da acımasızca katledildiklerini vurguluyor. Mahir Çayan ile olan sıcak ilişkilerini, onun ve arkadaşlarının arandığı koşularda onlara tereddütsüz bir şekilde yardım ederek evlerinde sakladıklarını anlatıyor.
Dönemin Türkiye’si hızla devrimci bir yükselişe doğru giderken, arayış içinde olan Yılmaz Güney’in devrimci sanat ve sineması da yavaş yavaş ete kemiğe bürünüyor. Fatoş, bunun tesadüf olmadığını tersine, bu devrimci süreçlerin Yılmaz’daki büyük değişimin temeli olduğunu vurguluyor. Bu arayış ilk olarak “Umut” filminin yapımıyla başlıyor. Ardından gelen “Arkadaş” filmiyle Yılmaz Güney bu alandaki iddiasını boş bir hayal olmaktan çıkarıyor. Her iki filmin Türkiye toplumunda yarattığı büyük ilgiye, etkiye ve sarsıntıya vurgu yapan Fatoş, Yılmaz’la birlikte yeni ufuklara yelken açıyor.
“Arkadaş” filminin ardından Adana’da, 1974’te çekimlerine başladıkları “Endişe” filmi döneminde Yılmaz Güney’in Yumurtalık savcısını öldürmesiyle başlayan yeni mahpusluk koşulları, yaşamlarını bir kez daha alt üst ediyor.
Ancak Yılmaz’ın yaşamındaki her olayda olduğu gibi bu olayda da kırılmayan devrimci iradesi ve azmi sayesinde zorlukları atlattıklarını anlatıyor Fatoş Güney. Kitapta Yılmaz’ın bu üstün yeteneğine ve militan duruşuna sık sık vurgu yapan Fatoş Güney, “Sürü” ve “Yol” filmlerinin onun bu boyun eğmeyen devrimci kişiliği ve kararlılığı sonucunda ortaya çıktığına dikkat çekiyor. Yılmaz Güney’in “Umut”la başlayan devrimci sinema arayışı, Sürü ve Yol filmleriyle devam edip, Paris’te sürgündeyken çektiği Duvar filmiyle tamamlanıyor.
Kitap, 12 Eylül 1980 faşist darbesi ve sonrasında devrimcilere, ilerici aydınlara ve Kürt halkına karşı yapılan ağır zulüm ve işkenceleri anlatarak devam ediyor. Bu dönemde kendilerinin de çok ağır koşullar altında olduklarını belirtiyor Fatoş Güney. Özellikle, cezaevinde olan Yılmaz Güney’i etkisiz kılmak ve teslim almak için cuntacıların özel önlemler almaya başladıklarına vurgu yapıyor. En son Güney dergisinde çıkan politik yazılar için Yılmaz Güney’e yılları bulan cezalar vermeye başlıyorlar. Bu, faşist cuntanın onu tamamıyla zindanlarda çürütme, teslim alma ve bitirme planıydı diye yazıyor Fatoş Güney.
Bunu fark eden Yılmaz Güney hem bu planı boşa çıkarmak hem de 12 Eylül faşist cuntacılarına karşı daha etkili bir devrimci muhalefet örgütlemek, buna paralel olarak sinemasını ve sanatını daha özgür bir ortamda yapabilmek için hapisten kaçma planı yapıyor. Bunu başarmak için de Türkiye’yi terk ediyor.
Fatoş Güney, kitabının son bölümlerinde bu kaçış serüvenin örgütlenmesinde yurtdışı ve yurtiçindeki bağlantılarına değiniyor. Başından sonuna kadar kaçış planının içinde bulunup büyük risklerle karşı karşıya geldiğini yazıyor. Yılmaz’a dair korkularını ve endişelerini anlatıyor. Son olarak Paris’teki sürgün yaşamının getirdiği zorluklara ve Yılmaz’ın vatandaşlıktan çıkarılmasına değinen Fatoş, bunun Yılmaz Güney üzerinde yarattığı sarsıntıya değiniyor.
Yılmaz Güney bu sarsıntılar karşısında ayakta kalmak için, yeni ama daha etkili politik bir çizgi ile Türkiye solunun birleştirilmesine dayalı çabalarını yoğunlaştırıyor. Yılmaz’ın, başarılması durumunda bunun mutlaka bir devrimle taçlanacağı erken beklentisi içinde didinip durduğuna işaret ediyor. Bu arada Fatoş Güney, Yılmaz’ın sağlığına ilişkin kaygılarının arttığını belirtiyor. Fakat Yılmaz inandığı ve önüne koyduğu bu yeni hedefleri hayata geçirmek için yoğun bir çabayla “Duvar” filminin çekimlerini bir an evvel bitirmek istiyor. Büyük bir emek ve çabayla tamamlanan filimde Fatoş da asistan olarak yer alıyor ve birlikte Duvar’ı gerçek kılıyorlar.
Duvar filminde olup biten her şey tümüyle Yılmaz Güney’in tanık olduğu gerçek olaylardır. Türkiye’nin cezaevlerinde siyasi tüm mahkumlara karşı yapılan işkence ve zulmün Selimiye’deki çocuk mahkumlara karşı uygulanmış biçimidir. Güney’ler Duvar’ın hemen bitiminden sonra İspanya İç Savaşı’nı konu alan “Boğa’nın Ölümü” adlı filmin yapımını tasarlıyorlar. Bunun için İspanya’ya gidiyorlar. Arenalarda boyunlarına saplanan peş peşe oklarla boğaların kanlarının nasıl çekilip öldüklerini canlı izliyorlar.
Son olarak kitapta, Yılmaz Güney’in yakalandığı kanser hastalığıyla mücadelesi aktarılıyor. Doktorları Yılmaz’ın bir yıllık ömrünün kaldığını söylüyorlar. Fatoş Güney bunun yarattığı yıkımı ve etkiyi anlatıp, ne yapıp edip Yılmaz’ı bu ileten kurtarmanın arayışına girdiğini ve bu çabasının bir işe yaramadığını, kendisi ve doktorların tüm çabalarına rağmen sonucun başarısız kaldığını anlatıyor. Ve Yılmaz Güney, bu militan ve baş eğmez devrimci, 9 Eylül 1984’te Paris’te yaşama veda ederek, aramızdan ayrılıyor.
***
Yılmaz Güney’in ömrünü adadığı devrim ve sosyalizm davasını ve yanı sıra devrimci sinemasını yazmanın ve anlatmanın çok önemli bir çaba olduğu yeterince açıktır. Ayrıca bunu kendisine en yakın kişi, eşi ve yoldaşı Fatoş Güney tarafından gerçekleştirilmesi oldukça anlamlıdır. Aynı zamanda Yılmaz Güney’in bugünkü genç kuşaklara gerçeğe sadık kalarak yazılması ve anlatması çok değerli kaynak oluşturmuştur. Fatoş Güney, “Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun” anı kitabında, bunu başarıyla gerçekleştirmiştir.
Arka kapak yazısından:
“Yılmaz Güney ve Fatoş Güney aşkı farklı bağlamlarda pek çok tartışmanın konusu oldu. Nice zorluklara göğüs gererek serpilen, cezaevi, sürgün, ayrılık gibi çetin süreçlerle daha da güçlenip büyüyen bu destansı sevgi ilk kez tüm detayları, tüm çıplaklığıyla kâğıda döküldü, bizzat Fatoş Güney tarafından.
“Moda’da doğup büyümüş, burjuva kültürüyle yetişmiş ve kendi kozasından çıkmamış bir genç kızın hayatının altüst oluş hikâyesiyle başlıyor Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun. Bu bireysel değişim ülkenin siyasi tarihi ve politik sarsıntılarla, Yılmaz Güney’in kendi yolunu bulma serüveniyle harmanlanarak eşsiz bir anlatı oluşturuyor. Fatoş Güney bu kitapta bizlere birlikte mücadele etmenin, birlikte olgunlaşmanın, birlikte direnmenin hikâyesini sunuyor.”
A. Gül