Ekim Devrimi ve kültür-sanat - F. Deniz

Sovyet kültür sanat politikasının amacı “birilerini çıkarmak” değil, toplumu sanatçılaştırmaktı.

  • Haber
  • |
  • Kültür-sanat
  • |
  • 08 Aralık 2016
  • 08:28

Tarih kuşkusuz sınıfların birbirleri ile mücadeleleri üzerinden şekillenmektedir. Ezen ve ezilen sınıfların birbirleri ile mücadeleleri tarihsel süreci çok yönlü olarak belirlemektedir. Kültür-sanat, hukuk, din, bilim vb. gibi olgular da bu sınıf mücadeleleri üzerinden açıklanabilir. Bu kurumlar maddi üretim ilişkileri üzerinden belirlendiği gibi, bunların bir kısmı sınıf mücadelelerinden ve dolayısıyla sınıfların oluşumundan daha da eskilere dayanmaktadır.

İnsanlık var olduğundan beri kültürel ve sanatsal ürünler biriktirmektedir. Sınıflı toplumlar öncesinde yaşayan insanların yaşam mekânlarından tutun da yaptıkları mağara resimlerine kadar hemen her yaşam alanında bu birikim görülmektedir.

Fakat sınıflı toplumların oluşması ile beraber, kültürel-sanatsal ürünler ve bunların yeniden yeniden üretimi egemen sınıfların eline geçmiştir. Egemen sınıflar yerine göre kültür-sanat ürünlerini kendi egemenliklerinin ideolojik propaganda aracına çevirirken, yerine göre ise toplumdaki sınıf farklılıklarının ve sömürü gerçekliğinin üzerini örtmenin, kitleleri uyutmanın ve uyuşturmanın bir aracı olarak kullanmışlardır.

Egemen sınıfların kültür-sanatı kullanması sadece bu amaçlar doğrultusunda da olmamaktadır. Tarihsel örnekler üzerinden baktığımızda burjuva devrimler döneminde sanatta son derece ileri diyebileceğimiz ürünler ortaya çıkarılmıştır. Bu örnekleri “egemen sınıfın sanatı” diye değerlendirip bir kenara atmak büyük bir hata yapmak anlamına gelir. Çünkü burjuva devrimler döneminin adeta sanat alanındaki yansıması olan Delacroix, Beethoven vb. gibi kendi alanında büyük yapıtlar vermiş ve bu yönü ile insanlık tarihine geçmiş kimliklerin hakkı yenmiş olur.

Kültür-sanat ile sınıfların ve üretim ilişkilerinin bağı çoğu zaman kaba bir “kullanma” biçiminde olmamıştır. Dolayısıyla sanat ve sanatçı tarihte her zaman bağımsız görünmektedir. Sanatçılar ise egemenlerden ayrıksı bir şekilde sanatlarını icra ettikleri görüşündedirler. Hatta daha ileri gidip “politika ile ilgilenmediklerini” ifade eden sanatçılar bile vardır. Oysa ki biçimsel değil de işin özüne baktığımızda politikadan uzak olmak toplumsal gelişme ve sorunlardan uzak durulması sonucuna yol açtığı için, özünde bir burjuva (egemen) politikasıdır.

Ezilenlerin sanatı

Kültür-sanat ile sınıf savaşımı arasındaki ilişkinin bir boyutunu da tarihte ezilenlerin kendi cephelerinden oluşturdukları direniş kültürü ve sanatsal ürünleri oluşturmaktadır. Kendini daha etkili, estetik ve farklı biçimlerde ifade etme güdüsünü barındıran sanatsal ifade biçimleri, ezilen sınıfların, ezenlere karşı verdiği mücadeledeki söz hakkını gerektiğinde layıkıyla kullandıklarının ifadesidir. Üzerinde yaşadığımız topraklardan örneklendirecek olursak, Dadaloğlu ve Pir Sultan Abdal bunun önde gelen temsilcilerindendir. Daha yakın dönemde ise Enver Gökçe, Nazım Hikmet, Ruhi Su ve adını saymadığımız birçok devrimci kültür-sanat insanı vardır.

Kapitalizm koşullarında ise ezilen sınıf olan işçi sınıfı kendi kültür-sanatını üretmiş ve yaşatmıştır. Dünyaca bilinen Enternasyonal, Avusturya işçi marşı, 1 Mayıs marşı ya da işçi sınıfı ve emekçilerin yaşamlarını konu alan fotoğrafları ile bilinen çocuk işçi fotoğrafçısı Lewis Hine gibi örnekler sadece anlık olarak akla gelenlerdir.

İşçi sınıfının tarihte iktidar olduğu dönemlerdeki kültür-sanat çalışma ve politikaları ise üzerinde ayrıntılı durulması, değerlendirilmesi ve eleştirel bir bakışla gözden geçirilmesi gereken önemli bir konudur. Bunun için 1917 Ekim Devrimi’ne bakmak birçok olumlu-olumsuz veri sunacaktır.

Zengin bir edebiyat birikimine sahip olan Rusya, Gogol, Dostoyevski, Çernişevski gibi isimleri çıkarmış, Vasiy Perov ve İlya Repin gibi realist alanda eserler veren ressamlar yetiştirmiştir. Ekim Devrimi’nden önce, 19. yüzyıla denk gelen bu isimler, işçi devriminin nasıl bir kültürel-sanatsal zenginliğin üzerinden yükseleceğini de göstermektedir.

Sosyalist Ekim Devrimi ile beraber sanat alanında birçok ilerleme yaşanmıştır. Sanat alanına geçmeden önce kısaca Ekim Devrimi’ni kavramak önemli bir yerde durmaktadır. Öncelikle Ekim Devrimi toplumsal ve sınıfsal bir alt üst oluşun ifadesidir. Nasıl ki Avrupa’da burjuva devrimlerinin yaşandığı dönemlerde buna paralel olarak bilim, sanat vb. gibi birçok alanda muazzam gelişmeler yaşandı ise Ekim Devrimi ile de toplum benzeri bir süreç yaşamıştır. Avrupa burjuva devrimleri döneminde sanayinin ve tolumun gelişmesi kendisine uygun bir insan tipi yaratmıştır. Dönemin önde gelen kişiliklerine bir göz attığımızda rahatlıkla bunu görebiliriz. Ki buna bilimsel sosyalizmin kurucuları olan Marks ve Engels de dâhildir. Bir sanatçı tarihe geçtiği branşının (mesela ressamlık) dışında tıp, kimya, psikoloji vb. gibi bilimin, edebiyatın ve sanatın birçok alanında yetkinlik gösterebilmektedir. Bu durum toplumsal çalkantıların insan üzerindeki olumlu düşünsel etkisine önemli bir göstergedir.

Ekim Devrimi de toplumsal bir altüst oluş olmakla kalmamış, daha da önemlisi toplumsal gelişmede üreten sınıf olan işçi sınıfını iktidara taşımıştır. Sınıfsız topluma geçişin bir ilk adımı olması açısından komünistler için adeta bir laboratuar niteliği taşımaktadır. Ekim Devrimi ile kültür-sanat alanında yaşanan gelişmeler kendi tarihimiz olması açısından ayrıca önemli bir yerde durmakta ve eleştirel dersler çıkarmayı zorunlu kılmaktadır.

Ekim Devrimi ile beraber Sovyetler Birliği’nde kültür-sanat alanında birçok tartışma yaşanmış ve birçok görüş/akım ortaya çıkmıştır. Proletkült, Sosyalist Gerçekçilik ve Fütürizm tartışılan akımların önde gelenleridir.

Proletkült

Ekim Devrimi sonrasında kültür sanat alanında üretilen politikaların başında proletkült diye adlandırılan, öncülüğünü A. Bogdanov’un yaptığı çalışmalar vardı. Lenin’in “Materyalizm ve Ampiryokritisizm” adlı kitabında eleştiri konusu ettiği ampiryomonizm önermesinin sahibi olan Bogdanov, Lenin tarafından idealist olarak nitelendirilmiştir. Bogdanov, idealist yönünü proletkült politikası ile ortaya koymuştur. Proletkült politikasına göre; işçi sınıfı kendinden önceki kültür sanat mirasını reddetmeli ve “yeniyi (işçi sınıfına ait olanı) yaratmalı”ydı.

Bugün biraz daha yakından baktığımızda sermaye egemenliği koşulları altında da işçi sınıfının yaşam tarzını, kültürünü vb.ni yansıtan kimi eserlerle karşılaşabiliyoruz. Fakat burjuvazi kendi kitle iletişim ve sanat araçlarını yerleştirmeye başladıkça kendi yoz burjuva yaşam ve kültürünü kitleler içerisinde yaygınlaştırma yoluna gitmektedir.

Örneğin TV’nin yaşamımıza ilk girdiği birkaç on yılda burjuva kanallarında işçi ve emekçilerin yaşamlarını konu alan Neşeli Günler, Bizim Aile, Kurbağalar vb. filmleri görmek mümkündü. Bugün ise en genel anlamda zenginlerin, gelirleri nereden geldiği net olmayan, holding vb. sahibi sınıfların yaşamları gayet normal bir şekilde TV’lerden izlettirilmektedir. Bizim Aile’de masasına yumruk vurulup hesap sorulan sermayedarlar bugün izlettirilen filmlerin özendirilen kahramanları olmaya başlamışlardır. Bu yönü ile bakıldığında proletkült mantığı anlaşılır bir yere denk gelmektedir. Eleştiri konusu ise onun bu yönünden ziyade geçmişin kaba reddi üzerine gelişmesidir.

Proletkült akımına göre sanat eserlerinde işçilerin yaşamları işlenmeli, ayrıca birebir işçilerin kendileri de sanat ile ilgilenmeli, sanatın izleyicisi değil icracısı olmalıydı. Birçok sanat çevresi tarafından eleştiriye tabi tutulan bu akım/bakış 1930’ların başlarına kadar SSCB’de uygulanan politikaydı. 1920’de parti merkez komitesine bağlanan proletkült çalışmaları tüm eleştirilere rağmen hem desteklendi hem de yıllar içerisinde on binlerce sanatçı yetiştirdi. 1930’ların başında ise proletkült faaliyetleri son buldu. Ayrı bir değerlendirme konusu olacak kadar geniş bir pratik olan proletkült’e burada kısaca değinmiş olmakla yetiniyoruz.

Sosyalist gerçekçilik

Sosyalist gerçekçilik Sovyetler Birliği’nde bir dönemin öne çıkan sanat anlayışıdır. Bu anlayış özünde gerçeğin yansıtılmasına dayanır. Fakat tıpa tıp bir taklit anlamına gelmediği gibi, yüzeysel bir gerçeklikten de uzaktır. Gerçeğin her yönü ile yansıtılmasından yanadır. En önde gelen ve teorisyenliğini yapan isimlerden olan Lunaçarski bu akımı şöyle tanımlamaktadır:

“Sosyalist gerçekçilik neden oluşmaktadır? Her şeyden önce o da gerçekçidir, gerçeğe bağlıdır.”

“Biz gerçeği kabul ediyoruz, biz onu statik olarak kabul etmiyoruz, -onu statik olarak tekrar tanımak mümkün olur muydu?- biz onu her şeyden önce görev olarak, gelişme olarak kabul ediyoruz.”

“Sosyalist gerçekçi gerçekliği, zıtların sürekli mücadelesi içindeki gelişme olarak, hareket olarak kavramaktadır.”

“Gerçekten devrimci sosyalist gerçekçi, gerilimli heyecanların insanıdır ve bu durum onun sanatına renklerin ateş ve ışık gücünü katar. Sosyalist gerçekçi statikçi olamaz, kaderci olamaz, o tamamen tutkulu, mücadeleci olmalıdır.”

Lunaçarski bir teori olarak sanatta yaratıcılık ile gerçekçiliği bağdaştırma yoluna gitmiştir. Fakat kimi burjuva ideolog ve sanatçılar, mevcut tarihsel deneyimdeki olumsuz kimi örnekleri öne çıkararak, buradan hareketle Sovyetler Birliği deneyimini değersizleştirmektedir. İlla ki Sovyetler Birliği’nin bu konuda eleştirilmesi gereken birçok yönü vardır. Fakat bu sorunlu tutumlar Sovyetler tarihinin maddi gelişim süreçleri ve bağlantıları içerisinde değerlendirilmek zorundadır. Ki böylesi bir değerlendirmenin daha kapsamlı bir çalışmanın konusu olarak yapılması zorunludur. Burjuva sanatçıları bireysel özgürlük adına (-ki tam da liberal burjuva ideologların yaptığı gibi) “gerçekçi sanat ürünleri yaratıcılığın önüne geçmektedir” diyerek yersiz bir eleştiri sunabilmektedir. Bu alanda kimi yazar çevrelerinden örnekler verilebilir: “toplumcu gerçekçi sanat ve edebiyat… sanatsal yetkinlikte burjuva sanat akımlarının gerisine düşmüştür. Bireyi ve insanı anlamayı hiçe sayan bir anlayıştan daha fazlası beklenemezdi zaten.” (Kaan Arslanoğlu)

Toplumcu edebiyat ya da bir dönem daha yaygın olarak kullanıldığı biçimiyle ‘toplumcu gerçekçilik’ kavramı, baştan, uyulması gereken bir takım kuralları içeriyorsa, yazarın yaratma sürecine, düş gücüne de bir sınırlama getiriyor demektir.” (Cemil Kavukçu)

Sıkça belirttiğimiz gibi eleştirilerin içeriği konusu ayrı bir değerlendirme-araştırma yazısının konusudur. Bu yazıda sadece 100. yılına girilmesi vesilesi ile Ekim Devrimi’nin kültür sanat alanındaki çalışmaları ve üretimleri üzerine durulmaktadır.

Uygulamalar

Sovyetler Birliği’nde kültür sanat politikaları toplumun tüm bireylerini sanat çalışmalarına aktif olarak katmayı hedefleyen bir bakış ile yürütülüyordu. Toplumun azımsanmayacak bir kısmının okuma yazma bilmediği de hesaba katıldığında bu konuda zorluklar yaşandığını da belirtmek gerekir. Sosyalizmin yeni insanı inşa etme bakışı kültür sanatta da olmalıydı. Onun için fabrikalarda kurulan korolar fazlasıyla kitleseldi. Hemen hemen her fabrikanın kendi korosu vardı. Eğitim alanında da bu politikaları görmekteyiz. Müzik ya da sanatın herhangi bir alanı ile ilgilenmeyen öğrenci yoktu ve sanat eğitimi küçük yaşta ve disiplinli bir şekilde uygulanıyordu. Bugün Sovyet dönemini yaşamış Türki cumhuriyetlerden Türkiye’deki üniversitelere ders vermeye gelen sanat öğretmenlerinden bunu görebiliyoruz. Hem yetkinlik anlamında hem de disiplin anlamında kapitalizmin eğitmenlerini kat be kat aşan bilinç ve kültüre sahip olmaları kesinlikle Sovyetler Birliği’nde yürütülen kültür sanat politikalarının sonucudur. Ki bu eğitmenlerin bizzat kendileri bu gerçekliğin hakkını vermektedirler.

Kapitalist sistemde –sadece kültür-sanat için değil- toplumsal gelişme ve ilerlemenin birçok alanı (bilim, siyaset, kültür, sanat, spor vb.) hem ticaridir, rant için yapılır, hem belli bir azınlığın elindedir, -bununla bağlantılı olarak- hem de geniş işçi emekçi kesimler bu gelişmelerden –sermayenin özel ihtiyaçlarını dışta tutarsak- muaf tutulur. Kapitalist sistemde “siyasetçi”ler, “sanatçı”lar, “sporcu”lar vb. vardır. Bu kişiler kendi alanlarında “profesyonel”dirler.

Fakat Ekim Devrimi ile beraber Sovyet Rusyası’nda bu algı yıkılmaya çalışılmıştır. Ne kadar başarılı olunduğu başka bir tartışma konusu olmakla beraber mevcut deneyim asgari bir başarının elde edildiğini göstermektedir. Şöylesi sorgulamaları duyar gibiyiz: “İyi ama Şostakoviç ve Haçaturyan’dan başka kimi çıkarmışlar?” Asıl mesele de burada zaten. Sovyet kültür sanat politikasının amacı “birilerini çıkarmak” değil, toplumu sanatçılaştırmaktı. Ki sosyalizmin (toplumculuk!) mantığı da bu değil midir? Gelişimin her aşamasının toplumsal nitelikte olması… Kısacası bu alanda asgari bir başarı elde edilmiştir. Ki Rusya toplumunun geriliği ve savaş süreçleri de göz önüne alındığında bu başarının hakkını vermek gerekmektedir.