Fatih’te dört kardeşin, Antalya’da bir ailenin, Bakırköy’de yine bir ailenin, Diyarbakır’da sözleşmeli bir öğretmenin intihar haberleri arka arkaya geldi. AKP şefleriyle burjuva-yandaş medyanın iğrenç karalamalarına rağmen intiharların ekonomik sıkıntılardan kaynaklandığı gerçeğinin üstü örtülemedi. Bu olaylar, derinleşen ekonomik krizin emekçileri ne hallere sürüklediğini çarpıcı bir şekilde gözler önüne serdi.
İntihar konusu yalnızca psikolojik sorunlar ile ilişkilendirilerek bireye indirgendiği zaman bir babanın sadece kendi hayatını değil çocuklarının da yaşamlarına son verme kararını alıp, uygulamasını anlamak zorlaşır. Birey toplumdan bağımsız değildir. Nasıl bir toplum yapısında yaşadığımız, bireyin yaşam kalitesini de belirler.
Kapitalist bir toplumda sınıfsal farklılıklar ve diğer ayrımlar toplumsal eşitsizliği yaratır. Üretilen mal ve hizmetlerden elde edilen toplam gelirin eşitsiz dağılımı da bu ayrımları körükler. Kapitalist ekonominin hâkim olduğu bir toplumda sermayeyi elinde bulunduran azınlık üretilen artı-değerden en büyük payı alırken, değeri üretenler yani işçi sınıfıyla emekçiler ise çok küçük bir pay alarak yaşamlarını sürdürmeye çalışırlar. Yoksulluk ve zenginlik hep vardı algısı yaygın olsa da mesele gelirin paylaşılmasında düğümleniyor. Sermayedarlar artı-değere yani üretim fazlasına el koydukları için zenginleşiyorlar. Artı-değer sömürüsü yetmiyor kamusal kaynakları da yağmalıyorlar. Özellikle AKP gibi devletleşmiş bir burjuva parti aracılığıyla talan had safhaya çıkabiliyor.
İşsizlik, yoksulluk gibi belalar kapitalizmin yapısal sorunlarıdır. Bu ikisi olmadan kârlılık sürdürülemez. Sosyal demokrasi programlarının kalıcı olmamasının nedeni de budur. İşsizlik bir sopadır, kötü çalışma koşullarına uyum sağlanması sömürünün yoğunlaşması için kullanılır. Yoksulluk bir sonuçtur. Ekonomik krizlerin yaşanması da sömürüye dayanan kapitalizmin değişmez özelliklerindendir. Kriz zamanlarında ise sorunlar daha da derinleşir. İşçi sınıfı direnmediği sürece kapitalistler krizin faturasını emekçilere ödetirler. Türkiye’de yaşanmakta olan ekonomik krizin sonuçlarını DİSK/Genel-İş sendikasının yakın zamanda yayınladığı rapor gözler önüne serdi.
Rapora göre Türkiye’de 16 milyon kişi yoksul, 18 milyon kişi ise yoksulluk sınırında. En zengin ile en yoksul arasındaki gelir eşitsizliği derin bir uçurumdur. En yüksek gelir grubunu oluşturan azınlık gelirden yüzde 47,6 pay alırken, en düşük gelir grubuna mensup kesim yüzde 6,1 pay alabilmekte. Gelir eşitsizliğinin en fazla olduğu ülkeler Türkiye, Meksika ve Güney Afrika’dır. Krizle beraber 1 milyondan fazla kişi işsiz kaldı ve iş arama süreleri arttı. Çalışanların yoksulluğu son bir yılda yüzde 11 arttı. İşsizlik sigortasına başvurular yüzde 48,8 arttı.
Bu oranlar kuru istatistik verileri olarak algılanmamalı, bunlar milyonların yaşamını anlatıyor. Toplu intiharların da gösterdiği gibi artık yaşanamaz hale gelen hayatları gösteriyor. Borçların birikmesini, uzunca saatler çalışmaya rağmen alınan ücretin bir anlam ifade etmediğini gösteriyor. Yoksulluk sadece yeterli gıda alamama, borç ödeyememekten ibaret değil. Her anlamda yoksunluk duygusuna da yol açan bir durum. Güven duygusunun yitirilmesi, başın öne eğilmesi, yaşama sevincinin ne olduğunun unutulması gibi insan onurunu zedeleyen yoksulluk insan psikolojisini de bozuyor. Hele ki işsizliğin uzun sürmesi, çaresizlik gibi durumlarda çıkış yolu bulamayanlar, çözümü ‘zaten bir anlam ifade etmeyen bu hayata son verme’ de bulabiliyor. Dahası yanında ailesini de götürür. AKP-MHP koalisyonunun emekçileri düşürdüğü nokta burasıdır. Her ne kadar Türkiye ekonomisi dünya ekonomi sıralamasında ilk 20’de bulunsa da gelir adaletsizliği ile ‘büyük ekonomi’ büyüklerindir. İşçi ve emekçilere düşen ise acı, ölüm ya da çalınan gelecekleridir.
Teknik gelişim ile artan bolluğa rağmen en insani ihtiyaçların halen satılıyor olması kapitalizmin temel çelişkilerinden biridir. Bankaların, üretim ve hizmet merkezlerinin kapitalist azınlığın tekelinde olması, çoğunluğun insanca yaşam imkanından yoksunluğunu koşulluyor. Nitekim milyonlarca insan yaşadığını zannederken borç yükü altında eziliyor.
Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin, dolayısıyla sömürünün ortadan kaldırıldığı sosyalist bir toplumda temel ihtiyaçlar, iş ve gelecek işçi iktidarı tarafından güvence altına alınır. Yoksulluk ve işsizliğin kaynağı ise kapitalizmdir. Çözümü ancak sosyalizmde mümkün olacaktır. Sosyalist iktidarda insan gibi yaşamanın ne demek olduğu deneyimlenir. Yoksul olmak da intihar etmek de çözüm değil, fıtrat değil. Tek çare örgütlenmek, mücadele etmek ve yoksulluğun/yoksunluğun kaynağı olan kapitalizmi ortadan kaldırmaktır.
U. Aze