Marx, Komünist Manifesto’da “Toplumlar tarihi sınıflar mücadelesi tarihidir” der. Bu mücadelede her sınıf, kendi dünya görüşü ve ideolojisine uygun bir mücadele anlayışı ve taktiği geliştirir. Ancak tarihin akışı boyunca iktidara gelen her sınıf zamanla gerici konuma düştüğü için mücadele yol ve yöntemleri bakımından aynılaşır; benzer gerici çizgide buluşurlar. Sınıflı toplumların egemenleri, muhaliflerine ve karşıtlarına karşı “komplolar” kurmak, alçakça oyunlara başvurmak gibi yöntemleri önceki iktidarlardan devralır, geliştirerek sürdürürler. Aslında bu durum engellemeye güçlerinin yetmediği tarihsel zorunluluğun karşısındaki acizliklerinden ileri gelir. Bu açıdan sadece proletarya devrimi ve iktidarı kendisi ile birlikte tüm sınıfları ortadan kaldırmayı hedefleyen bir programa sahip olması ve sömürülen, ezilen milyonların bir avuç sömürücü azınlık üzerinde tahakküm sağlaması bakımından bu “geleneği” bozacaktır.
Kuruluşundan bu yana 90 yıllık tarihi boyunca sermaye devletinin de bu konudaki sicili bir hayli kabarıktır. Mustafa Suphiler’in katledilmesinden, “Takrir-i Sukün” kanunlarından, her 1 Mayıs öncesi gerçekleştirilen “komünist tutuklamaları”dan günümüze gelene değin sayısız örnekler mevcuttur.
Ancak bu kadar eskilere gitmeye gerek yok. Türk burjuvazisinin yaratmış olduğu en gerici siyasal akımlardan biri olan AKP’nin son on iki yıllık pratiğine şöyle bir göz attığımızda bile, sermaye düzeninin içinde bulunduğu çürümeyi, etrafa saçtıkları pislikleri sayısız örnekleri ile birlikte rahatlıkla görebiliriz. KCK operasyonlarından devrimci sosyalist basına yönelik gerçekleştirilen baskılara-operasyonlara, demokratik kitle örgütlerinden sendikalara, ÇHD’li avukatlara kurulan komplolara kadar birçok örnek, “burjuva hukuku”nun sınırlarını ve gerçekte ne anlam ifade ettiğini oldukça yalın bir şekilde orta koymuştur. Bunlara eklenebilecek son örnek, Adana polisinin TTB yöneticisinin telefon kayıtları üzerinden yapmış olduğu soruşturmadır.
Peki, sadece devrimcilere ve muhaliflere karşı mı izleniyor bu yöntem? Sermaye düzeninin gerici iktidar mücadelelerinde bile nasıl “kumpasların” kurulduğunu, delillerin nasıl “üretildiğini” görmedik mi? Değişen güç dengeleri ve ittifaklara göre aynı yöntemlere bundan sonra da başvurulacağına, yüksek perdeden ilan edildiğine tanık olmadık mı? Aslında tüm bu tanıklıklar demokrasi, hukuk, adalet vb. kavramların tamamen sınıfsal bir öze/muhtevaya sahip olduğunu ve her sınıfın bu kavramların içeriğini kendi çıkarları doğrultusunda doldurduğunun çarpıcı örnekleri olmuştur. Bu açıdan “komploculuk”, “namertlik”, “riyakarlık”, “korkaklık” namına ne varsa çürüyen, asalaklaşan kapitalizmin ve onun yönetim aygıtı olan sermaye iktidarının genlerinde bulunduğunu belirtmek gerekiyor.
Örgütlü komünistler olarak bizler de, bildiğimiz bu gerçekliği bir kez daha yaşayarak görmüş olduk. İzmir polisi kendi burjuva hukuklarını bile çiğneyerek sabahın beş buçuğunda ‘koçbaşı’ denen aletlerle kapıyı kırmak suretiyle ve özel harekatçılarından bomba arama ekibine kadar alakalı alakasız otuz kırk kişilik bir sürüyle “ev baskını” yaparak bizleri gözaltına almıştır. Elbette hem bu hukuksuz/keyfi tutumu protesto etmek hem de kendilerini ve bekçiliğine soyundukları sömürü düzenini tanımadığımızı göstermek maksadıyla sloganlarımızla ilk tepkimizi vermiş olduk. Gözaltı süresince ne ifade verdik, ne de her hangi bir belgeye imza attık. Açlık grevine giderken ayakkabı bağcığı, kemer çıkarma işlemlerini kendilerine yaptırdık.
Gerçekleştirdikleri “baskın” ve halet-i ruhiyeleri komünistlerden, devrimcilerden ne kadar korktuklarının somut bir kanıtı olmuştur. Sözde “operasyonları” ise tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Tablo, yaşadıkları aczin özeti olmuştur.
İşte bu andan itibaren en iyi bildikleri şeye, “komploculuğa” soyunarak zevahiri kurtarmak istemişlerdir. “Suç” sayabilecekleri hiçbir şeye ulaşamamanın yaratmış olduğu yenilgi ruh halinden, “bombalı eylem yapacaklardı, önledik” yalanlarıyla kendilerini sıyırmaya çalıştılar.
Milliyet gazetesinin Ege ekinde “yakalanmasalardı patlatacaklardı” başlığıyla tamamen polis kaynaklı olduğu belli olan asılsız haberde, iki ayrı bombalı eylem yapacağımız iddia edilmiş. Böylelikle sermaye devletinin işçi ve emekçilerin kafasında devrimcilere ve komünistlere yönelik “terörist” imajı ve algısı yaratarak, kendi yaptıkları “hukuksuzluğun”, “devlet terörünün” üstü örtülmek, meşrulaştırılmak isteniyor. Yani tam bir ‘kara propaganda’ operasyonu yürütülüyor. Hem de en alçakça en adice yöntemlerle…
Peki, “iki bombalı eylem” yapacağımıza dair kanıtları neymiş? Evden çıkan kargaburun, havya, lehim vb. günlük tamirat için herkesin evinde bulundurabileceği türde aletler. Zaten haberin devamında “örgütsel dökümanlar” diye muğlak ifadelerin yanına “dijital verilerin incelendiği, eylemlerin nerede yapılacağının bu araştırmalar sonucunda anlaşılacağı” gibi kanıtsız, delilsiz manipüle edici ifadeler eklenmiş. Ne şahane! Bombalı eylem yapacağımızı biliyorlar ama nereye yapacağımızı bilmiyorlarmış. Bir zahmet onu da öğrenseydiniz bari. Sahte düzmece iddianameler ancak böyle hazırlanabilir herhalde. İki kişi alındığımız için de kişi başı birer eylem paylaştırmışlar. Eğer üç veya dört kişi olsaydık sayımızla doğru orantılı bir şekilde eylem sayımızı da arttıracaklardı herhalde!
İsmi cismi belli olmayan bir “kişinin” sıcak havalarda montla gezdiğime dair “ihbarı” ise, ancak “polis zekasına” uygun bir senaryo olabilir. “Anderson’dan masallar” misali bu polis iddiaları savcıya komik gelmiş, yeterli bulmamış olacak ki, bu iddia nedeniyle ne savcılık ne de mahkeme yüzü gördük. Bunu da İzmir polisinin “başarı hanesine” (beceriksizliği ve amatörlüğüne) yazmak gerekir.
Komünistler görüşlerini ve amaçlarını saklamazlar. Yeri gelmişken belirtelim; evet biz bu kapitalist düzenin ve onun cisimleşmiş hali olan sermaye iktidarının işçi ve emekçilerin şiddete dayalı devrimiyle yıkılacağına inanır ve bunun için mücadele ederiz. Şiddet, politikanın yoğunlaşmış halidir ve şiddet olgusu bizim dışımızda, sınıfların tarih sahnesine çıkışı ve kendi aralarındaki mücadelelerinin başlangıcı kadar eski ve nesnel bir gerçekliktir. O halde her sınıf kendi sınıfsal çıkarlarını savunmak için, sınıf mücadelelerinin seyrine bağlı olarak politikanın bu araçlarına, yani şiddete ve onun çeşitli yöntemlerine başvurur. İşçi ve emekçilerin örgütlü öncü güçleri olan komünistlerin görevi de, kitlelerin bu eylemselliğini örgütlemek ve açığa çıkarmaktır.
Peki, şiddet olgusu günlük yaşamımızda nasıl hayat buluyor? Sermaye sınıfının siyasal iktidarı olan bugünkü devletiniz işçi ve emekçileri artı-değer sömürüsü ve ücretli köleliğe mahkum etmek, yine başta Kürt halkı olmak üzere toplumun tüm ezilenlerini baskılamak amacıyla örgütlenmiş bir şiddet aracı değilse, nedir?
Özelleştirmeye karşı mücadele eden Yatağan işçileri, taşeron köleliğine ve sendikal bürokrasiye karşı kızıl bayrak yükselten Greif işçileri, grevleri yasaklanan Şişecam işçileri, önce işsizliğe ve açlığa terk ettiğiniz sonrasında ise yüzlercesini canlı canlı mezara gömdüğünüz maden işçileri yakınları ve Soma halkı, 1 Mayıslar’da söz, gösteri ve yürüyüş hakkını kullanmak isteyen işçi ve emekçiler karşılarında nasıl ve kimlerin şiddetini buldu acaba?
Haziran Direnişi ile sokaklara dökülen milyonlar ne türden bir şiddete maruz kaldı? Berkinler’i, Ethemler’i, Ali İsmailler ve yedi canımızı yaşamdan koparıp alan, kafası kırılmak gözü çıkartılmak suretiyle onlarcamızın sakatlanmasına yol açan nasıl bir “terör” eylemiydi acaba? Ulusal hakları ve özgürlükleri için on yıllardır mücadele eden Kürt halkının yedisinden yetmişine kadar devlet teröründen nasiplenmeyeni mi kaldı? Ceylanlar, Uğur Kaymazlar, Pozantı Hapishanesi’ndeki çocuklar ve daha niceleri kimlerin şiddetine maruz kaldılar? Adana’da gaz fişeğiyle katledilen İbrahim Aras, düzeninizin vahşi şiddetine maruz kalan kaçıncı çocuktur? Burada durup sormak gerekmez mi; Siyonist İsrail mi? Yoksa dümenine AKP’nin geçtiği sermaye iktidarı mı “ öldürmeyi daha iyi biliyor”? Roboski Katliamı’nın sorumluları nerededir? Kol kola girdiğiniz uyuşturucu çeteleriyle Hasan Ferit Gedik ve daha nice devrimcilerin kanını dökenler sizler değil misiniz?
Dökmüş olduğunuz kanı anlatmaya ne mürekkep ne de sayfalar yeterli olabilir. Buna rağmen hakları ve çıkarları için mücadele eden, sizlerin terörüne karşı meşru devrimci şiddeti kullananları “teröristlikle”, “terör suçu işlemekle” yargılamaya kalkıyorsunuz. Sizden önceki egemen sınıflar nasıl ki iktidarlarını korumak adına bu alçakça yalanlara sarıldıysa, şimdi sizler de aynısını yapıyorsunuz. İki komünisti “yakalanmasalardı patlatacaklardı” diye “terör” demagojisiyle “suçlu” ilan ederek onları ve savundukları siyasal düşünceyi toplum nezdinde karalayabileceğinizi düşünüyorsanız, çok yanılıyorsunuz!
Asıl işçi ve emekçiler, toplumun tüm ezilen kesimleri henüz sizleri alaşağı edemedikleri için işlediğiniz cinayetlere ve katliamlara yenilerini ekliyorsunuz. Gözleriniz bomba arıyorsa “senaryolar” kuracağınıza İŞİD, El Kaide, El Nusra ve benzeri emperyalistlerin maşası olan Ortaçağ kalıntısı dinci çetelere gönderdiğiniz “yüzlerce TIR’a” bakın! Hani insani yardım diye yutturmaya çalıştığınız… Ya da “sorun değil dört tane füze yollatırım” diyen ve ses kayıtları ortalığa saçılan MİT’inizin şefini arayın! Reyhanlı’ya bakın. Aradığınız bombaları buralarda ve daha nice komplo ve katliamlarınızda bulacaksınız.
Ama unutmayın ki, dünyada ve Türkiye’de yeni bir döneme giriliyor. Komünistlerin krizler, bunalımlar, savaşlar ve devrimler çağı olarak tanımladığı bu dönem sizlerin de sonunun geldiğine işaret ediyor. Emperyalist-kapitalist sistemin ölüm çanları çalıyor. Dünya genelinde proleter kitle eylemleri ve halk isyanları yaygınlaşıyor. Elbette ki, göbekten bağlı olduğunuz emperyalist kapitalist sistemin buna cevabı dinsel, mezhepsel, gerici savaşlar ve yeni paylaşım savaşları olmaktadır, olacaktır. Ancak tarihin akışını durdurmaya gücünüz yetmeyecek ve yenileceksiniz.
Özellikle Haziran Direnişi ve sonrasında fabrika işgali eylemleri ile birlikte işçi ve emekçiler haklarını almak için daha fazla sokağa çıkmakta, daha militan eylemlilikler gerçekleştirmektedirler. Bunu bastırmaya yönelik her türlü terörünüze karşı kitleler de meşru direnme hakkını kullanacak ve devrimci şiddetlerini açığa çıkarmaktan çekinmeyeceklerdir. Bunun yol ve yöntemleri hareketin düzeyi ve seyrine göre değişiklikler arz edebilir. Yeri gelecek fabrika işgalleri, patron sendika bürokratlarının cezalandırılması olacaktır. Yeri gelecek taşları, sapanları, molotofları ve silahlı güçleri ile devlet terörüne karşı kendilerini savunmak şeklinde olacaktır. Ta ki, nihai hedefe ulaşana kadar…
İşçi ve emekçilerin örgütlü, en ileri temsilcileri olarak biz komünistler ise, bu mücadelede her zaman “vardık, varız, var olacağız!”
TKİP dava tutsağı
Onur Kara
20 Temmuz 2014
Kırıklar 1 No’lu F Tipi Hapishanesi / B-38
Kırıklar-Buca / İzmir