Yattığı odanın kapısını usulca araladım ve göz ucuyla baktım. Xece’siyle göz göze geldik. Yorgunluk ve uykusuzluktan, belki de gizlice ağlamaktan, gözleri kan kırmızıydı. Bakışlarına daha önce izine hiç tanık olmadığım bir tür çaresizlik sinmişti. Yürüdüğü yolu kolaylaştırmak için bugüne dek hep çabaladım, ilk kez engel olmak istiyorum, gitmesin istiyorum, fakat engel olamıyorum, der gibiydi.
Yatağa yaklaştım. Elini tuttum, eğilip öptüm. Bu kez sesimi biraz yükselterek, “Sinan” dedim. İrkilir gibi oldu. Gözlerini açmaya çalıştı. Sağ gözü hafif aralanır oldu, gücü yetmedi, kapak geri düştü. Duydun mu diye seslendim, zorlandı ama başını azıcık oynattı.
Doktora döndüm. Sormaya fırsat vermeden, “Aslında süreç tamamlandı. Fakat inanılmaz bir iradeyle yaşama tutunuyor. Şaşırtıcı bir inatla direniyor” diye özetledi durumu. Hıçkırığımı tutmaya çalıştım, cama dönüp dışarı baktım. “Şaşırtıcı” sözcüğü aklıma takıldı. O kimi şaşırtmadı ki, dedim kendi kendime.
Dışarı bakarken, yıllar önce yaptığı bir şaka geldi aklıma. Henüz çok genç ve çok da toy bir devrimciydim. İstanbul’a ilk gelişim ve hocayla otobüste Boğaz Köprüsü üzerindeyiz. Birden döndü ve “Dersim’e döndüğünde Kuzo’ya ‘üç adımdan daha yakına yaklaşma, henüz boğaz köprüsünden bile geçmiş değilsin’ diyeceksin” dedi.
Şimdi yaptığı da böyle bir şaka olmalıydı. Ya da ben böyle olmasını istiyordum.
Bir önceki hafta ziyaretinden ayrılırken ne öpmüştü ne de öptürmüştü. Bana ne çok umutlu ne de tümüyle umutsuz izlenimi vermişti. Teşhis yeniydi. Kendini iyi hissediyordu. Birkaç gün öncesine kadar sanki normal yaşamındaymış gibi davranıyordu.
“Geleceğim”, demişti. “Sizin oralara uzun bir ziyaret yapacağım. Hem sonra o toplantıyı yapmamız lazım. Kaç yaşındaydı, kaç kilo çekerdi, şimdi hatırlamıyorum. Fakat o koyun geri gidecek.” Üstümüze sinen kasvetli havayı yine kendisi dağıtmıştı.
Tamı tamına 41 yıl önce yine bir sonbahar günü tanımıştım kendisini. Buna, genç ve toy bir devrim sempatizanı olarak, örgütlü siyasal mücadeleye gözlerimi onunla açtım da denebilir. Siyasal ve manevi hazzı bir ömre bedel olan Dersim’deki dört yılımı onunla, onun yol göstericiliğinde geçirdim. Kardeşlerimden hiçbiriyle bu kadar yılı paylaşmadım. Hiçbiriyle bu kadar yakın da olmadım.
Dersim’de onunla yürümüştük. Bizi hiç hayal kırıklığına uğratmamıştı. Önderdi, “şef”ti ama bizden biriydi. Önder ve şef olduğunun elbette farkındaydı. Fakat köylü ile köylü, öğretmen ile öğretmen, öğrenci ile öğrenci ve çocukla çocuktu. Sanırım tam da bu nedenle herkesin sevgilisiydi.
Birileriyle kavga ettiğine hiç tanık olmadım. Gerek duyduğunda, ‘anlayana’ misali eleştirisini esprilerinin içine serpiştirir, gerilime girmezdi.
12 Eylül’den sonra yazık ki seyrek görüştük. Darbenin ertesinde Dersim’den ayrılmıştım. Yine de bir yolunu bulmuş, iki-üç kez görüşmüştük. Onu görmek bana çok iyi geliyordu. Son görüşmemizde, Denge Soreş’te “bir sayfa gençliğin olacak, haberin olsun” demişti.
Yakalanmadan hemen önce Altun’un Ankara’da olduğunu duymuş, bir yoldaşımla ziyaretine gitmiştik, belki Hoca’yı da görürüz umuduyla. Olmadı. Hoca yoktu. Bir hafta sonra İstanbul’da yakalandım. Hoca’nın da yakalandığını üç ay sonra, Elazığ’da tutuklandığım günün akşamı hapishanede öğrenecektim. Gerçi işkencecilerden biri bir ara “pirinizi yakaladık, şimdi gelsin de Enver Hoca sizi kurtarsın” demişti. Ben doğrusu daha önce yakalanan Sarı’yı kastediyor sanmıştım.
Elazığ’da işler umdukları gibi gitmedi. Avukat “bu celsede çıkarsın” demişti. O celse hiç olmadı. “Heyet hastaydı.” Üç gün sonra ana davaya dahil edilmek üzere İstanbul’a getirildim. Sanırım iki ya da üç ay sonra, Metris’ten kaldığım cezaevine sevk edilen bir tanıdığı ile, son derece iyi kamufle edilerek gönderdiği ilk mektubunu aldım. Dava başlayana kadar da sadece selam gönderdik birbirimize.
O üç sayfalık mektuba o kadar çok şey sığdırmıştı ki, bir tek sağlığına dair fazla bir şey yoktu içinde. Körpe Sultan’ın katledilişinin ne kadar canını yaktığını yazmıştı. Sancar’ın, Veli’nin, Komer’in, Yusuf Dal ve Metin’in ve elbette kardeşi Hıdır’ın içinde yarattığı acıyı, kanayan yarasının derinliğini, babasının ölüm biçiminin yarattığı sarsıntıyı, annesine dair duyduğu derin hüznü ilk o mektubu okuduğumda fark etmiştim. Hoca’yı bir başka yanıyla tanıyordum.
Geçmişi elbette unutamayız, fakat geleceğe bakmamız lazım, diye vurguluyordu. Memleketimizde “aile” ayakta diyordu. “Orada kökü derinlerde bir ağacız artık, bir şey olmaz, emin ol. Biz geniş bir aileyiz. Güveneceğimiz dağlar var. İmkanın olursa K’ya ilet, kardeşler, özellikle genç kardeşler, Dersim’den çıkıp ekmeklerini kazanacakları büyük kentlere gitsinler. Ekmek artık büyük kentlerde. Verimi belli topraklar bize gelecek güvencesi sağlamaz. Kaldı ki alacağımızı da zaten almış bulunmaktayız” diye de eklemişti.
Hapishane çıkışından ancak birkaç yıl sonra yeniden buluşabildik. Yeni bir yola girmişlerdi. Koluna girdim ve birlikte yürümeye devam ettik. Sıfırdan başlamak gibi bir şeydi bizimki. Benim uzun süren tereddütlerim oldu. Koca bir gücü, geçmişte emeklerimizle yarattığımız birikimi, hareketi yıkıma götüren ve önemli bir kısmının artık devrim davası kalmamışlara bırakıyorduk.
O farklı düşünüyordu. Eskiye takılıp kalmak istemeyenler zaten ileri çıkacaklardı. İleri çıkanlarla da yollarımız birleşirdi. Fakat o eski birikim üzerine yeni bir kültür yaratılamazdı. Eğer eskiye takılır kalırsak, o eski bizi yolumuzdan alıkoyar ve kendine benzetir, o zaman da çıkışımızın bir anlamı kalmazdı. “Hareketi” diyordu “proleter bir sınıf temelinde yeniden var etmek çok zor ve çok meşakkatli bir iştir, bu açık. Bu alanda geçmiş birikim ve deneyimimizin olmaması işi daha da zorlaştıracaktır. Evet Dersim’de öğrenci ve köylüleri örgütlemeye benzemeyecektir. Ama bir kez oraya yerleşirsen, işler Dersim’dekinden de kolay olacaktır, inan” diyordu.
Tereddütlerimi tümüyle yok etmemişti. Yine de Dersim’de gençler olarak birbirimize söylediğimize uygun davrandım: “Hoca bu. Bir şey söylüyorsa bir bildiği vardır.”
12 Eylül yıkımını Sovyetler Birliği’nin dağılması izlemişti. Türkiye’de kirli savaş yıllarıydı. Yani şovenizm ve ırkçılığın tırmandığı bir dönem. Her cepheden neo-liberal saldırılar tasfiyeci rüzgarı besliyor, yasalcılık moda oluyor, Denizler’in bıraktığı ihtilalci miras artık demode sayılıyordu. Proletarya devrimi mi? O da ne? Hayal dünyasında mısın! Dersim’de alışkın olduğumuz kardeşliğin, yoldaşlığın, “Yarin yanağından gayrı her yerde, her şeyde, hep beraber” demenin değil, 12 Eylül generalleri ve Özal politikalarının ürünü yabancılaşmanın ve dostuna kazık atanın prim yaptığı yıllar...
Duyarlı yeni kuşak gençlik, yükselen Kürt hareketinin cazibesinin etkisi altındaydı. Kopulan geleneğin temsilcileri ise, tapulu arazilerine gecekondu yapılmış mülk sahipleri misali, tam bir dayanışma içinde ve aynı ağızdan “Troçkistler”, “bölücüler”, “Kara şıh dolaşıyor” diyerek, kimi daha da düşerek, “zübük” vb. lümpen bir jargon eşliğinde, ideolojik-siyasal muhtevası olan her şeyin üstünü itinayla örtüp, her türlü yolu mübah görerek boğmaya çalışıyorlardı. 12 Eylül yıkımıyla hesaplaşmaktan kaçanlar, bu yıkımın nedenlerini irdeleyen ve ilerlemek isteyenleri hedef tahtasına oturtmuşlardı.
Yani her taraftan tam bir kıskacın içindeydik. İğne ile kuyu kazmak bile denilemezdi yaptığımıza. Ama o umursamıyordu, duydukları karşısında tebessüm ediyordu yalnızca. Dıştaki basınç içte etkisini gösterip sivri oklar yine ona yöneldiğinde, “paslı kelepçeler vız gelir bize” demiş geçmişti.
Kopulan gelenek dedim yukarıda. Bu tabloyu tam anlatmıyor aslında. Buna belki bir-iki önemsiz istisna dışında sol gruplar demek daha doğru olur. Yapılanın tam anlaşılabilmesi için bir örnek vermek gerekiyor. Düşünün, bu aynı dönemde devlet sizi alıyor, günlerce işkenceden geçiriyor ve nihayetinde zindana atıyor. Tutsak olanların ezici bir çoğunluğundan daha eski bir devrimcisiniz ve 12 Eylül’ün işkence ve zindanlarından da geçmişsiniz. Fakat siz yeni bir hareketin mensubusunuz diye mevcut sol gruplardan hiçbiri kaldıkları koğuşlarda yer vermiyor. Cezaevi idaresine kalan tek şey, sizi adlilerin olduğu bölüme göndermek oluyor. “Bu olamaz, oraya yalnızca cesetlerimizi atabilirsiniz” deseniz bile, idare “bunu arkadaşlarınıza anlatın” diyor ve ekliyor “sizi siyasi görmüyorlar.” “Ölüm orucuna yatacağız ve sizi protesto ettiğimizi kamuoyuna duyuracağız” diye ilan ettikten sonra, böyle bir skandalı göğüsleyemeyeceklerini anlayınca size lütfen bir koğuşta ranza veriyorlar. Niye? Neden zindan içinde zindan? Ne adına? Bu akıl dışı davranışın mantığı ne? Bir bu yapılanı düşünün, bir de Mahirler’in Denizler için kendilerini feda etmelerini... Devrimci ve aynı anlama gelmek üzere insani değerlerden ne zaman, ne kadar ve nasıl uzaklaşıldığını anlarsınız. Bunu daha çok da yeni dönemin devrimci kuşakları için belirtiyorum.
Kısaca özetlemeye çalıştığım bu koşullar altında çok zor, çok bunaltıcı ve çok yıpratıcı bir sürecin ardından, çok sevdiği o ifadeyle “yeni kimlik, yeni kişilik, yeni kültür” vücut bulmuş, Ümitler, Habipler, Hazallar süreci omuzlamaya başlamıştı. Büyük bir bölümü hâlâ çok genç olmakla birlikte geleceği omuzlayacak düzgün devrimciler vardı artık. Hareket nihayet bir eşiği aşmıştı. Yok olacak denilen hareket, bunu diyenlerin devrimci olarak yok oldukları o süreçte kendini var etmişti.
Artık çocuklarımızı görebilecektik. Nasıl büyüdüklerini bilmediğimiz çocuklarımızı! Beş yıl sonra yeniden yüz yüze geldiğimde bana ilk heyecanla sarılan, sonra “hayatımda yoktun, belli ki gelecekte de olmayacaksın, sen iyisi yine yoldaşlarına git” diyecek ve bir daha da bana yüzünü dönmeyecek olan oğluma. Sinan’ın oğlu da ikinci gün annesine “anne bu adam kim, bu ne zaman gidecek?” diye soracaktı. Yıllar sonra bizi gören çocuklarımızın tepkisi böyle olmuştu. O daha şanslıydı çünkü Altun gibi bir kaya vardı arkasında. Son nefesini verdiğinde baba oğulla, oğul da babayla gurur duyuyordu. Ne mutlu!
***
O zorlu yıllar elbette sorunlar da biriktirmişti. Belki çok kestirme bir yola zorladım veya derdimi anlatamadım. Belki başka bir şey. Bunun gelinen aşamada bir önemi yok.
Bir yol ayırımına geldiğimi uzun bir orman gezisinde ilk ona dillendirdim. Kalırsam, kendimi tanıyordum, bu hiç kimse için iyi olmayacak, bir didişme süreci anlamına gelecekti. Didişmenin nasıl sonuçlara yol açtığını deneyimlerimizle biliyorduk. İç süreçlerimizden birini ona örnek olarak vermiştim. Sonu olmadığını önden bildiği bir yola, üstelik hiçbir biçimde güven duymadığı kişilerle işbirliği yaparak girmiş ve bu bizim koşullarımızda koca bir tahribat yaratmıştı.
Oysa ben bu hareketi önemsiyorum. Kollektif emeğin olduğu bir dava bu, zarar görmemeli. İnsanlar bu dava için ölüyor, işkence görüyor ve yıllarca hapis yatıyorlar. “Benden sonrası tufan!” demek, devrime emek vermiş, bu uğurda bedeller ödemiş, kendi emeğine ve birlikte yola çıktığı insanlara saygısı olanlara yakışmaz. Biz daha ilerisini yaratacağız deyip iki gün sonra nedamet çukuruna yuvarlananları da biliyoruz. Kontrolsüz bir rüzgara kapılıp savrulmaktansa, inançlarını kalbine gömerek adam gibi kenara çekilmeyi bilmek gerek.
“Ben” demişti, “senin gibi bakmıyorum. Bütün kritik süreçlerde, ne düşündüğümden bağımsız olarak, hep davadan ve partiden yana oldum.” Sonra bir an gözlerimin içine bakmış “büyük hata yapıyorsun” demiş ve başka da bir söz söylememişti. Doğrusu o bir tek cümlede kendini çok iyi anlatmıştı.
“Bütün kritik süreçlerde, ne düşündüğümden bağımsız olarak, hep davadan ve partiden yana oldum!” Çoğumuzun anlamakta zorlandığı, hatta kimilerinin bunu kişisel yıpratma malzemesi olarak kullandığı böylesi tutumlar, onun bir dava insanı olarak güncel ya da dönemsel olayların çok üstünde bir bakışa sahip olmasıyla ilgiliydi. Kimseyi incitme niyetinde değilim. Demek istediğim, devrimci ile dava insanı arasında bir ayırım çizgisi var. Biz elbette büyük bir içtenlikle devrimcilik yaptık. Ama onun omuzlarında bir dava vardı. Fark bu. Bu farkı onun bütün siyasal yaşamında görmek mümkün. Dersim pratiği, PKK ile yaşanan çatışmalı süreçteki tutumu, cezaevi yaşamı, TDKP’deki yaşamı ve kopuşu, EKİM süreci ve de insanlarla ikili ilişkilerinde hep bu aynı kişiliği görürsünüz.
İlişkimize burukluk, belki ifade edilmemiş bir kırgınlık girdi fakat bir kez bile arkasını dönmedi bana. Bir kez bile kapısını kapatmadı. Yolu düştüğünde ziyaret etmemek, hal hatır sormamak gibi bir tutuma girmedi. Bu onun yalnızca bana karşı tutumu değildi. Bu onda bir kültür, bir davranış çizgisiydi. Karşı tarafa geçmediği müddetçe kimseye arkasını dönmez, kimseden kaçmazdı, geçmişte kendisi hakkında olmadık laflar etmiş olsalar bile.
Yaşamı söz konusu olduğunda kişi olarak kendi ihtiyaçları yoktu sanki. İki yıl önce birlikte Paris’e giderken, ayakkabılarından tekinin yırtık olduğunu içim kanayarak fark etmiştim. Ayakkabı almak için bir mağaza aramış o an bulamamıştık. Verilen parayı ayakkabı almak yerine o yine partisine aktaracaktı. Birkaç hafta sonra kendisini yine aynı yırtık ayakkabıyla görünce şaşırmış, sitem etmiştim. O ise sadece gülümsemişti.
Her şeyi ile devrime ait olan bu büyük insan artık son yolculuğuna çıkacaktı. Oysa bende onunla vedalaşacak güç yoktu. Kendimi dışarı attım.
***
Hastane koğuşu arı kovanı gibi... Yoldaşları, dostları, sevenleri çırpınıyor bir şeyler yapmak için. Ne kendisi kabulleniyor durumu ne de sevenleri. Henüz çok erken... Yapacakları var...
Devrim zafere ulaşacak ve hemen ardından “keçilerimi alıp köye çekileceğim” diyordu, o her zamanki esprili üslubuyla... Bunu hiç de köy özleminden değil, fakat geçmiş devrim deneyimleri ışığında, devrim sonrası dönemin bürokrasi tehlikesinden duyduğu tedirginliği dile getirmek için söylüyordu.
Örgütlü siyasal yaşama onun yol göstericiliğinde gözünü açmış biri olarak avazım çıktığınca bağırmak geldi içimden. “Kalk” diyecektim, “kalk ve bir kez daha şaka yaptığını söyle bize.” Henüz doyamadık sana. Hatırlıyor musun? Dersim’deyken canımız sıkılsa, moralimiz bozulsa, bir yolunu bulur sana koşardık. “Türkü söyleyerek” de yanından ayrılırdık, moral tam ve motivasyon en üst seviyede olurdu.
Hep derdik ki, Şener Şen çok şanslıymış; Tahsin Hoca meslek olarak tiyatroyu seçseydi, Şener Şen emekli bir öğretmen olarak yaşamını tamamlardı. Üstelik Şener Şen’in yaptığı roldü, Hoca ise tümüyle doğaldı. Alınacak mesajı muhatabına bırakan, nükteli esprilerle bezenmiş eleştiriler o kadar doğal çıkardı ki ağzından, muhatabı incinme gücü bile bulamazdı.
Yazık ki o artık aramızda değil. Çocuklarına ve Altun ablaya söylediğim gibi, onu kaybetmenin acısı ne kadar derin ise, onu tanımış olmanın ve kardeşlikten öte bir bağ kurmuş olmanın bendeki mutluluğu da o kadar yüksektir. Bunları söylerken binlerce insanın duygularına tercüman olduğumdan da eminim.
Türkiye devrimci hareketi Sinan Hocasını adına layık uğurladı. Törendeki katılım ve yapılan konuşmalar, bu gerçeğe yeterli açıklıkla tanıklık ediyor. Bir tek, bir zamanlar Kara’nın yol arkadaşları olan ve bugün artık derinlere batmış kimileri, onun ölümünü de suskunluk fesadıyla karşıladılar. Sinan’ın hayat arkadaşı Altun yoldaşı, bu rezilliğe isyan etmiş, “Geçmişte yıllarca yan yana yürüdüğümüz, birçok şeyi paylaştığımız, yoldaş diye bağrımıza bastığımız kimi soysuzların senin ölümün karşısındaki sessizliklerini hiçbir zaman affetmeyeceğim” diye yazmış.
Devrimcilerin Altun ablası, sen Sinan gibi metin ol. Onun dokunduğu herkes ona karşı son görevini yaptı. Biz, törene gelemediği için kahrolanları da, haberi aldıklarında fenalık geçirip günlerce uyuyamayanları da, ağlamaktan düğümlenen boğazlarından sözcük çıkamayan sayısız eski yoldaşı da biliyoruz. Sözünü ettiklerimizin bir bölümünün hala da EMEP’le bir biçimde gönül bağları olduğunu belirtmeye gerek bile yok. Gerek yurtdışı ve gerekse İzmir’deki törene ilişkin suskunluk fesadının gerisindeki o bayağılık kokan kör kinin sadece senin sözünü ettiğin “soysuzlar”a özgü olduğunu da görmek gerek.
Her türlü devrimci değeri 12 Eylül işkencecilerinin postalı altına serenlerin, yetmemiş olmalı hapishanede örgütlerden oluşan konseyi düşmana vererek kendi yoldaşlarını bile utançtan yerin dibine batıranların, bütün bu utançlara rağmen her nasılsa çöreklendikleri koltukları neredeyse çeyrek asırdır koruyanların, her zaman ve her yerde bir devrimci gibi yaşayıp davrananlara karşı başka türlü davranmaları beklenemezdi. İnan bana, bu orta sınıf aristokrasisinin devrime duyduğu kindir.
Ben asıl o saflarda bulunup da Sinan’ı yakından tanıyanların nasıl olup da bu bayağılığa sessiz kalabildiklerine şaşırıyorum.
Sinan’ın Altun yoldaşı, sen rahat ol. Onların bu tutumu Kara karşısında duydukları ölçüsüz eziklikten geliyor. Bu kez onun ağırlığı altında gerçekten ezildiler.
***
Dersim’e çok şey verdin, Dersim seninle bir başka oldu, bu deneyimi yazmalısın demiştik ona. O ise gülümseyerek, “Biz Dersim’i birlikte yarattık” diyerek yanıtlamıştı bizi.
Dersim’in hocası bir daha Dersim’e dönmeyecek. Dersim ise, tıpkı 1981’deki gibi, ne kaybettiğinin henüz farkında değil sanırım.
Proletaryanın başkentlerinden birine, İzmir’e kendi isteğiyle gitti. Olsun! İzmir’le Dersim kardeştir. Hıdır ile Hazal’ın, Habip ile Hıdır’ın kardeş oldukları gibi.
Hem bakarsınız İzmir Sinan’ı kazanmış olmasının hakkını verir. Kim bilir!