İzmir depreminin üzerinden günler geçti. Depremde en az 115 insan hayatını kaybetti, bini aşkın insan ise yaralandı. Kurtarma çalışmalarının sonlanmasıyla “mucize” haberleri sona erdi ve yaşanan facianın nedenleri üzerine sorular daha yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. Deprem vergilerinin nerede olduğu, emekçilerin neden bu “kader”e mahkûm edildiği, denetimlerin neden yapılmadığı vb. sorular öne çıkmaya başladı.
Toplumsal dayanışmanın yükseldiği bu süreçte dahi doğal afetten politik rant devşirmeye uğraşan, düşmanlığı körüklemeye çalışan dinci-faşist iktidarın bu sorulara verebileceği makul bir yanıt bulunmuyor. Deprem vergileri sorulduğunda “duble yollar ne ile yapıldı sanıyorsunuz” cevabını verme aymazlığını gösteren, deprem toplanma alanlarına bile AVM diken, müteahhitler çetesini palazlandıran AKP, her çıkışsızlığında olduğu gibi yine muhalefete yükleniyor. Yıllardır iktidarda olan kendisi değilmişçesine AKP şefi pervasızca sağa sola saldırıyor. Oysa bizzat kendisi İstanbul için “Biz bu kente ihanet ettik” sözleriyle, gerçekleştirdikleri talanı itiraf etmişti.
Bugün derinleşen açmazlarının etkisiyle, depremin yol açtığı yıkımdaki sorumluluklarını örtbas etmeye çalışan Erdoğan, İzmir Depremi’nin yarattığı yıkıma karşı 1939’da gerçekleşen Erzincan Depremi’ni örnek gösterdi. “Erzincan Depremi sırasında CHP sözcüsünün dedesi İçişleri Bakanı’ydı” diyerek yine kitlelerin aklıyla alay etti. Tıpkı Soma Katliamı’nın ardından, 1800’lerde Avrupa’da meydana gelen maden kazalarını örnek vermesi gibi...
Konuşmasının devamında “CHP, bu depremde enkaz altında kaldı” diyen Erdoğan “yatay mimariyi” savunduğunu da iddia etti. Oysa İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı olduğu 1994’ten bu yana İstanbul’da yüksek binaların hem sayısı hem de yükseklik ortalaması arttı. İnşaat alanında küresel bir kaynak olan Emperos’un verilerine göre, AKP’li belediye başkanlarının yönetimde olduğu 14 yıllık dönemde İstanbul’da 1.075 adet “47 metre veya daha uzun” bina yapıldı. AKP öncesi 80 yıllık zamanda bu sayı 2.023 idi.
Suçlu hep emekçiler!
Erdoğan yaptığı açıklamalarla kendilerini aklamaya çalışırken, başta faşist şef Devlet Bahçeli olmak üzere iktidarın diğer sözcüleri bu rezilliği bir üst boyuta taşıdılar. Depremin yol açtığı yıkımın suçunu yine emekçilere yüklemeye kalktılar. Bahçeli İzmir depremi üzerine yaptığı konuşmada “Keşke çürük binalarda oturulmasaydı...” dedi. Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum “Riskli binalarda oturmayalım” çağrısı yaptı. AFAD başkanı Mehmet Güllüoğlu “Sağlam bina hayat kurtarır” diyerek, emekçilere sağlam binalarda oturmalarını tavsiye etti. Mersin Akdeniz Belediyesi’nin AKP’li başkanı Mustafa Gültak ise, “Her şeyi devletten beklemeyin, biraz para verip sıfır ev alın” dedi.
Yağma, talan, soygun ve rant düzeni kurarak açlık, yoksulluk ve işsizlik belasıyla emekçilerin yaşamını cehenneme çevirenler, kağıttan kuleler gibi yerle bir olan apartmanlara “sağlam” belgesi verenler bunları söylüyorlar.
Bu sözler, toplumsal meşruiyetini kaybeden, tabanını tutabilmek için kin ve nefret pompalamaktan başka yol bulamayan AKP-MHP blokunun aczini gösteriyor. Dinci-faşist rejim çarpıtma ve yalanlarla politika üretme çabasından vazgeçmiyor.
Pandeminin derinleştirdiği ekonomik krizin yükü sırtına yıkılan, bir yandan salgınla diğer yandan açlık, yokluk ve işsizlikle mücadele etmek zorunda bırakılan, doğal afetler karşısında ölümü “kader” görülen işçi ve emekçiler bu yalan rüzgarına daha fazla katlanmamalıdır. Yaşam alanlarımızı talan eden, emeğimizi azgınca sömüren, ülkemizin tüm kaynaklarını sınırsızca yağmalayan, ölümü ise “kader-fıtrat” olarak göstererek bizimle alay eden iktidara karşı birlik olup haklarımızı, onurumuzu, geleceğimizi savunmalıyız. Unutmayalım ki, iktidara bu cüreti veren bizim yalnızlığımız ve sessizliğimizdir. Haklarımız için birlik olup ayağa kalktığımızda, arsızlıkta ve yalancılıkta sınır tanımayan bu düzenin efendileri ile onların siyasi temsilcilerini tarihin çöplüğünü göndermeyi başarabileceğiz.
Y. Zehra