Adıyaman Narlıkuyu’da meslek örgütleri ve çocuk hakları savunucularının kurduğu, çoğunlukla depremzede göçmenlerin, Domların ve Alevi Kürt emekçilerin kaldığı konteyner kentte dayanışma için çalışan depremzede bir üniversiteliyle konuştuk.
-Deprem’in üzerinden 7 ay geçti. Konteyner kentte devlet tarafından dışlanan birçok halktan emekçi bir arada kalıyor. Buradaki son durumdan bahsedebilir misiniz? Gözlemlerinizi aktarabilir misiniz?
Buradaki çadır kentte çok daha karma bir kesim vardı. Adıyaman’ın yerlisi olan aileler, Dom aileler, işte Araplar. Kültürel açıdan farklılıkları, dini açıdan farklı inançları ve özgünlükleri vardı. Çocuklar da böyleydi. Bu süreçte çocukların zaten kendi aralarındaki ilişkileri dışlayıcı, ötekileştiriciydi. Örneğin Suriyeli bir çocuk bile diğer çocuğu Suriyeli olduğu için dışlayabiliyordu. Çünkü yerelde doğmuş, burada yaşamış ve buranın yaşamına kendini adapte etmiş ve asimile olmuş. Bunu da böyle kabullenmiş ve ona yaşatılan o ayrımcılığı, “öteki dilini” kendisi de başkasına kullanabiliyordu. Bu hakkı görüyordu kendinde maalesef.
Ancak burada bir değişim dönüşüm oldu. Buradaki karma kolektif yaşamla birlikte güzel bir örnek oluşturduk. Kolektif yaşam başta çocuklarda olmak üzere bu ayrımcılığı törpüledi. Çocuklar o süreçte değişim yaşadı. Çadır kent zamanla konteyner kente dönüştü. Uzun bir süredir ailelerin çoğu gitti. Yerli aileler kendi kapı önlerine, bahçelerine konteynerleri aldılar, uzaklaştılar. Ama birçok aile, yani çoğunlukla mülteci olan aileler de Babek köyüne yani eski göçmen kamp alanına, savaştan kaçtıkları ve ilk geldiklerinde yerleştikleri alana tekrar gönderildiler. Bu gerçekten zorla oldu. Çünkü aileler bunu kabul etmiyorlardı. Zaten savaştan kaçıp o süreci yaşamışlar. Kimisi zaten on yılı aşkın bir süre, kimisi ise beş altı yıl bu kamplarda kalmıştı. Çocuklarıyla çok zorlu şartlarda yaşamışlardı. Hepsi o süreçte travma geçirmiş. Tekrar o günlere dönmek istemediklerini söylüyorlardı. Çünkü oradaki şartlar çadır kenttekinden bile daha zorluydu.
Göçmenleri tekrar o kamplara gönderme politikası aileleri yıldırma, onları burada yaşadıklarından da zorlu bir sürece sokup buradan göndermek amacını taşıyordu. Oysa buranın kuruluşu göçmenlere nefes aldırmıştı. Narlıkuyu çadır-konteyner alanı birçok gönüllü aktivist kurumların, derneklerin olduğu, belli partilerin olduğu yani karma/kolektif bir bilinçle, örgütlü bir şekilde kuruldu. Narlıkuyu'ya gelen desteklerin hepsi gönüllü. Ya yerelden ya civar yerlerden; belki Trabzon'dan, İstanbul'dan birçok şehirden gelen yardımlarla kuruldu burası. Bu süreçte de çoğunlukla mülteci olanlar burada kalmaya devam etti. Çünkü bir şekilde yerli halk kendine ait bir yer bulabildi. Kendi yakını, akrabası, köyü… Yani bir yerde kendine ait bir yer bulabildiler ama mültecilerin öyle imkanları yok.
AFAD'da bu aileleri kendi kurduğu alana almadı. İlk süreçte birçok AFAD alanı çok geç açıldı. Yani çadırkentler çok geç kuruldu. Bu süreçte de zaten ilk kurulan çadır kent Narlıkuyu. İlk çadır kent olduğu için de buna ilk ihtiyaç duyan insanlar buraya yerleşti. Yerleşik hayata geçtiklerinde zaten o kadar imkân sağlanıyordu ki hani buraya polisler bile yardım talep etmek için geliyordu. “Bize battaniye verir misiniz? Kıyafet, çorap verir misiniz” diye soruyordu. Öyle bir yardım, destek ağı kuruldu Narlıkuyu'da. Buraya gelen birçok yardım ve destek herkese ulaştırıldı. Köylere, birçok yakın civara ellerinden gelen en büyük yardımları yaptılar. Burada yaşayan kesim de bundan çok fazla yararlandığı için zaten buradan çıkmak istemediler. Daha çok buraya yerleşme talebi oldu aslında.
Babek köyü göçmenlere hiçbir imkan sağlamadığı için, göçmen aileler kendi işlerinden, çocuklar eğitimlerinden mahrum kalacağı için burada özellikle kalmak istediler. Biz de desteklerle burayı konteyner kente çevirdik. Konteyner kente dönüş süreci aileleri çok iyi hissettirdi. Çünkü gerçekten bu sıcaklarda çok çok zor şartlarda çadırlarda kalıyorlardı. Duş yok, banyo yok... Kadınların özel alanı yok. Kadınlar bu konuda çok zorlanıyorlardı. Çocukların çoğu duşunu, çadırın içinde yapmak zorunda kalıyordu. Çocuklara poşetlere tuvalet yaptırıp dışarı atıyorlardı. Çadır kentin şartları tahmin ettiğimizden bile daha zorluydu. Konteynere kavuşan aileler şunu söylüyorlardı: “Biz şu an sarayda gibi hissediyoruz.” Yani bir konteynere yerleşerek şu an en “konforlu” anlarından birini yaşıyorlar. Tabii kış geliyor. O konteyner kentlerde yaşayan birçok ailenin ısınma problemi ortaya çıkacak. Önlemler nasıl alınacak bilmiyorum. Bunun için de bir şeyler yapılması lazım. Bu aileler kışın nasıl ısınacaklar?
Bu arada öğrencilerin okulu başladı. Yüzlerce okul depremde yıkıldı, yüzlercesi ağır hasarlı. Birçok öğretmen depremde yaşamını yitirdi. Bu kadar eksikliğin olduğu, ekonominin bu kadar kötü olduğu, çocukların kırtasiye ürünü bile alamayacağı, kendine kalem defter kitap alamayacağı koşullarda okullar açılıyor. Hiçbir aile hazırlıklı değil. Çocukların çoğu okul değiştirdi. Alışık oldukları düzenden farklı bir düzene geçecekler. Farklı bir okul, farklı bir sınıf, farklı bir sosyal ortam. Aynı şekilde farklı bir eğitimci, öğretmen. Her okula öğretmen yollayabilecekler mi? Hiç belli değil.
-Buradaki okullarda mülteci öğrencilerin kayıtlarının yaptırılmadığını biliyoruz. Mültecilerin yaşadığı sorunları biraz daha açabilir misiniz?
Tabii tüm bu sorunlar varken, zaten dezavantajlı bir grup olan mülteciler daha da zorlanıyor. Devlet hiçbir sorumluluğunu yerine getirmiyor. Mülteci haklarına dair hiçbir şey yapılmıyor. Hepsi haklarından mahrum bir şekilde yaşıyorlar. Örneğin sağlık hakkından mahrum kalıyorlar. Sağlık haklarına ulaşımları eksik ve çok zorlu. Örneğin %95'i mültecilerden oluşan bir çadır kent var, oraya sağlık ocağı kuruyorlar ancak bu sağlık ocağında mülteciler muayene olamıyor. Neden? Çünkü vatandaşlıkları yok ve sistemde onlara kayıt açılamadığı için. Bu durumda aileler Göçmen Sağlık Merkezlerine gitmek zorunda kalıyor. Bu, bizzat gözlemlediğim bir olaydır.
Aynı şekilde eğitim konusu da büyük bir sorun. Öğrencileri okullara almıyorlar. Almama sebepleri aslına bakıldığında mülteci olmaları, Suriyeli olmaları. Ama öne sürdükleri bahane “ikametgahlarının olmaması”. Bahane o kadar geçersiz ki aslında. Zaten depremzede ailelerin öncesinde çocuklarını gönderdikleri okul bile o çocukları artık almıyor. Aileler imkanlarını zorlayıp çocuklarını ısrarla okula göndermek isterken servis talebinde bulunuyorlar. Servisi karşılamıyor devlet. Şimdi, “Tamam servis ücretini ödeyip göndereceğiz çocuğumuzu” demelerine rağmen bunu yapmıyorlar. Sebebiniz ne? Yani bu çocukların eğitim hakkını ellerinden alıyorlar. Mültecileri bu ülkeye neye göre kabul ettiler o zaman, hangi şartları sundular? Onca fon alıyorlar ancak mülteciler için yapılan hiçbir şey yok. Şu an Adıyaman'da en ciddi en hassas konulardan bir tanesi budur.
-Büyük şehirlerde özellikle bambaşka bir durum lanse ediliyor insanlara. Sürekli “mülteciler havadan maaş alıyorlar”mış, “sağlıktan, eğitimden, beslenmeden bedava yararlanıyorlar”mış, “en lüks dairelerde oturup kira ödemiyorlar”mış gibi bir algı yaratılıyor. Ancak doğrudan mültecilerle temas eden kime sorsak, perişan bir halde olduklarını öğreniyoruz. “Mülteciler kendi hallerine bırakılmışlar adeta kaderlerine terk edilmişler” deniliyor. Bu da devletin işine gelen bir durum, yani emekçileri birbirlerine kırdırma-düşmanlaştırma hali...
Kesinlikle durum böyledir. “Mültecilere iyi bakılıyor” gibi bir havayı bilerek yaratıyorlar, çünkü fon ve teşvik alıyorlar. Ama gerçekte durum tam tersi. Yani bu anlattıklarım benim bizzat gözlemlediklerim. En ağır gözlemlerim de hep sağlık hakkıyla ilgili oldu. Bir insana sağlık hakkını sunmayan devlet diğer hakları neden versin? Özellikle çocuklar sağlık hakkına erişemediğinde, eğitim alamadığında ortaya birçok risk çıkıyor. Çocuklar topluma kazandırılamadığı gibi çocuk işçi olarak çalışmaktan başka bir şey de yapamıyorlar. Emek sömürüsü yapılıyor, çocuklar tamamen istismar ediliyorlar. Kız çocukları açısından çocuk evliliği yaygın hale geliyor. 13-15 yaşlarındaki kız çocuklarının evlendirildiklerini gördük, bunlar olurken devlet nerede?
-Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Çok şey var aslında. Hani bazen yaşarken diyoruz ya, “Tüm bu olanları keşke herkes görebilse!” Anlattıklarım yetersiz kalıyor. Buraya daha çok gönüllü gelebilmeli. Hatta artık gelinen noktada gönüllüden ziyade buradaki insanların tamamına istihdam da sağlanmalı. Zira herkes kendi yaşam kaygısını da düşünüyor doğal olarak. Çünkü ekonomik kriz malum... Hepimizin en büyük kaygısı geçinebilmek. Burada çalışmaları sağlayabilecek çoğunlukla gençlik kesimi olabilir ancak gençliğe verilecek bir güç, bir destek yok. Bu yüzden anlıyorum da buradaki gönüllü eksikliğini.
Deprem yaşanmış ve bitmiş olsa da yarattığı tahribat halen sürüyor. Halen evleri dışında yaşayan on binlerce insan var. Yıkılmaya devam eden pek çok ev var. İşini kaybetmiş binlerce insan var. Eğitim hakkını kaybetmiş çok öğrenci var. Hani “Biz çok şey mi istiyoruz?” diyorum ama aslında en temel hakkımızı istiyoruz. En olması gereken hakkımızı istiyoruz. Bu kadar gencin, emekçilerin, çocukların bu kadar sefalet içinde yaşamasını gerçekten kabul edemiyorum, kabul etmek de istemiyorum. Kimse de etsin istemiyorum açıkçası. Tüm bunlara karşı herkes bir şeylerin farkına varmalı ve ses çıkarmalıdır.
Kızıl Bayrak / Adıyaman