Türkiye’de pandemiye karşı aşılama yavaşlamışken, vaka sayıları da hızla artmaya başladı. Rakamların bayram tatilinin etkisiyle katlanacağı öngörülüyor. Pandemi süreci üzerine Türk Tabipleri Birliği (TTB) Genel Sekreteri Vedat Bulut’la konuştuk…
- Bilim insanları "Pandemiye karşı en etkili silahımız aşı" diye açıklamalar ve uyarılar yaparken, aşılamanın nasıl devam ettiği hakkında ikna edici bilgiler verilmiyor. Bu arada açılma ve turizmi canlandırma kaygısıyla önlemler bir yana bırakıldı. Pandemi yeniden yayılmaya başladı. TTB olarak bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Vedat Bulut: Öncelikle pandeminin kontrolden tekrar çıkmaya başladığını görüyoruz. Önceki yıl yaşanan hatalar tekrar yaşanmaya başladı. Hatırlanırsa geçen yıl 1 Haziran’da normalleşme adımları atılmıştı. Bunun öncesinde de sonrasında da katı bir uygulama yapılmamıştı. Özellikle işçi sınıfının durumu bu konuda önemli bir örnektir. İşçi sınıfının hep çalışmak zorunda bırakıldığı, belli bir yaş üstünün de akşamları belli bir saat diliminde sokağa çıkarılmaması gibi kısıtlı bir uygulama hayata geçirildi. Sonrasında turizm ve ekonomik kaygılarla normalleşme yapıldı. Vaka rakamları 40 bin-60 binlere ulaştı ve Türkiye Avrupa’da birinci sıraya yükseldi. Dünyada ise ilk dördün arasında yer aldı.
Şimdi de aynı şeyler tekrarlanıyor ve aynı sonuçlar alınacak. Geçtiğimiz süreçten tek farkı 24 milyon insanın aşılanmış olması… 24 milyon kişinin aşılanması toplumsal bağışıklık için yetmiyor. Toplumsal bağışıklık için nüfusun %70’inin aşılanması gerekiyor. Dünya Tabibler Birliği, TTB ve pandemi çalışmaları yürütenler tarafından böyle olduğu belirtiliyor. Göçmenleri de saydığımız zaman 90 milyonluk bir nüfustan bahsediyoruz ve bu nüfusun 63 milyonunun aşılanmış olması gerekiyor. Ama bugün 24 milyon insan aşılanmış durumda. Daha katedilecek çok yol var. Bu aşılama hızı böyle giderse ve eylüle kadar nüfusun %70’i aşılanamazsa pandemi artık aşısızların pandemisi anlamına geliyor olacak.
Sonuçta hangi aşı olursa olsun ölümden, yoğun bakımdan ve hastalık sürecini ağır geçirmekten koruyor. Hiçbir aşının %100 koruyuculuğu yok. Oranlar belirtildi. Kimisi %92, kimisi %88 koruyor. En düşüğünün %51 oranında da olsa bir koruyuculuğu var. Sağlık çalışanlarında da gözlemledik, ölüm hiç olmuyor, yoğun bakıma gidiş de öyle…
- Peki pandemiye dair ne gibi önlemler alınmalı? İktidara ve demokratik kitle örgütlerine düşen görevler nelerdir? Bu görevler ne düzeyde hayata geçiriliyor?
Vedat Bulut: Sağlık Bakanlığı en baştan güven sağlayamadı. Pandeminin ilk döneminden beri şeffaf bir politika yürütmedi. Meslek örgütleriyle, sendikalarla bu konuyu masaya yatırmaması ve verileri halktan gizlemesi bunun sebeplerinden. En sonunda da itirafta bulundu. Hatırlanırsa “Vakaları hastalardan ayrı görüyoruz” diyerek her pozitif vakayı hasta olarak görmedi ve sayıları az gösterdi. Bu bilimsel olmayan bir açıklamadır. Pandemi hastalıklarının özel bir durumu vardır. Pandemi hastalıklarında bilgiler toplumdan gizlenemez. Bu, dünyada böyledir ve bildirimi zorunludur. Ama Türkiye bunu hem kendi toplumundan hem de Dünya Sağlık Örgütü’nden gizledi.
İlk olarak Sinovac şirketinden aşı satın aldılar. Sağlık Bakanı, “Yan etkisi az olduğu için bu aşıyı getirdik” diyerek, uygulamayı savunmak için bilimsel ve nesnel olmayan bir açıklama yaptı. Sinovac’ın şirketi ile aşı tedarikinde anlaşamadılar, bu bir krize dönüştü. Böyle olunca Alman aşısı getirmeye başladılar. Yani bu gibi sebeplerle toplumun güvenini her zaman yitirdiler. Böylesi bilimsel olmayan bir açıklama yapınca haliyle toplumda bir endişe oluştu.
Türkiye’de aşı karşıtlığı ile aşı kararsızlığını ayırmak gerekiyor. Aşı karşıtları Türkiye’de henüz kritik bir seviyede değil, 28 bin aile olduğu söyleniyor. Ama aşı kararsızlığı ayrı bir olay ve toplumda %15-20 arası olarak tahmin ediliyor. İnsanlar ya aşının etkisine güvenmediği için kararsız kalıyor ya da “Zaten aşı vurulsam da yine hasta olurum” gibi bir bilgi kirliliği var. Genetiği değiştireceği, yan etkileri olacağı, kısır bırakacağı, pıhtılaşma oluşturacağı vb. vb. söylenti dolaşıyor. Yüzde 15-20 aşı kararsızlığı önemli bir rakam. Toplumun %70’ine ulaşmaya çalışıyorsunuz fakat kararsızlar var. Bu kararsızlığı bertaraf etmek gerekiyor. Bunun için Sağlık Bakanlığı ve TTB’ye önemli görevler düşüyor. Meslek örgütleri ve sendikalara da görevler düşüyor. Diyanet İşleri aşı ile ilgili takdirle karşıladığımız bir açıklama yaptı. Aşı olmamanın bir kul hakkı olduğuna dair bir söylemde bulundu. Bu toplumda dini görüşlere de önem veren azımsanmayacak bir kitle var.
Özellikle Anadolu’da ve Güneydoğu Anadolu’da aşılama oranlarının %55’in altında olduğunu görüyoruz. Halbuki batı illerine geldiğimizde bu oran %75-80’i buluyor. Bu durum eğitimi düşük kitleler içerisinde bilgi kirliliğinin daha yaygın olduğunu gösteriyor. Bu bilgi kirliliğini aşmak için biz çalışmalar yapıyoruz. Bir şeyi çok iyi biliyoruz. Anadilde sağlık hizmetinin sunulması ve o bölge halkına kendi anadillerinde afişler, posterler, broşürler hazırlanması çok önemli. O bölgede kadınlar ve askere gitmemiş erkekler Türkçeyi bilmiyorlar. Bu kitlenin ikna edilmesinde dil faktörü önemli bir yerde duruyor. Bölgedeki tabip odası temsilcilerimiz muhtarlarla toplantılar yapıyorlar. Yerel radyo ve televizyonlarda açıklamalar yaparak aşı kararsızlığını aşmaya çalışıyorlar. TTB bir kamu spotu hazırladı. Bu kamu spotu RTÜK tarafından kabul edildi ve medya organlarında yayınlanması üzere görseller de hazırlıyoruz. Ayrıca sanat çevrelerine de önemli işler düşüyor. Tabi biz bilim insanları olarak bilgi kirliliğine karşı elimizden geleni yapıyoruz. Bilimsel makalelerden faydalanarak toplumu bilinçlendirmeye çalışıyoruz.
Sağlık Bakanlığı artık güveni tekrar elde edemez. Bizim kültürel bir özelliğimiz vardır. Güven bir kere yitirildi mi tekrar oluşturulamaz. TTB, yapılan anketler arasında en güvenilir 4 kurum arasında yer aldı. Bu çalışma aralık ayı içerisinde yapıldı. TBMM ve Cumhurbaşkanlığı gibi kurumlar bu ankete göre daha alt sıralarda yer aldı. Maalesef basın daha da alt sıralarda. Çünkü -biliyorsunuz- basın sermaye tarafından ele geçirilmiş durumda ve haberler sermayenin çıkarları için yapılıyor. Bu açıdan TTB daha güvenilir bir yerde duruyor ve biz de bu güveni zedelememek için elimizden geleni yapıyoruz. 30’u aşkın uluslararası saygınlığı olan bilim insanından oluşan pandemi çalışma grubumuz var. Aşı çalışmalarımız var. Okul sağlığı çalışmalarımız var. Okulların açılması gerektiğine dair açıklama yaptık, gerekçelerini saydık ve hangi önlemlerin alınması gerektiğini listeleyerek kamuoyu ile paylaştık. Yaptığımız bu çalışmalara Türkiye’nin her yerinde onbinlerce insan gönüllü olarak katıldı. Bu çalışmalara çeşitli meslek örgütleri ve ağırlıklı olarak sağlık alanında SES gibi sendikalar ve dernekler dahil oldu. Çünkü sağlık alanında çalışma yürüten sendika ve dernekler çok iyi biliyor ki pandemiden en çok sağlık çalışanları etkileniyor. Bizim çabamız insanların hasta olmaması yönünde. Yani tedavi edici hekimlikten önce koruyucu hekimliği önemsiyoruz.
Bu arada bu sorun şu an sadece Türkiye’nin sorunu değil. 50 civarı ülkeye henüz hiç aşı girmemiş durumda. Ağırlıklı Asya, Afrika ve kimi Latin Amerika ülkeleri bunlar. Biz bununla ilgili de çalışmalar yaptık. Aşı patentinin olmaması gerektiği üzerine açıklamalar yaptık. Dünya Tabipler Birliği ile de görüşüyoruz. Bu konuda ortak bir tutum oluşturmaya çalışıyoruz. Sadece patent sorununu çözmek de yetmiyor, aynı zamanda üretim yapılması gerekiyor. Tedarik ve uygulama da önemli. Bu çalışmalar kamuya ait olmalı. Devletlerin yapacağı çalışmalar kamu ile beraber yürütülmeli.
Sonuçta bu alanda bir kriz var ve bu doğrudan kapitalizmin krizi. Çünkü ekosistemi tahrip eden kapitalizmdir. Bu hastalığın yayılmasına neden olan kapitalizmdir. Bu hastalıktan rant sağlayan da kapitalizmdir. Bu aşının piyasası 156 milyar dolar. Dünyada 5 milyar insana iki doz aşı yapılmasını hesap ettiğinizde bu pazar kapitalist şirketlerin iştahını kabartıyor. Tabi bu giderler sağlık bakanlıklarının bütçelerinden karşılanıyor ve ileriye dönük bir sağlık krizini de tetiklemiş oluyor. Yani kapitalizm bindiği dalı kesiyor. Sonuçta insanlar sağlık güvencesiz kalacaklar. Bir diğer taraftan pandemiyle beraber işsizlik artıyor. İşyerleri kapanıyor, iflas ediyor. Buradan görüyoruz ki kapitalizm çökmeye mahkum bir sistem. Pandemide başarısızlığın nedeni kapitalizmin kendisidir.
Tıp eğitiminde de bu süreçte çok sorun yaşandı. Tıp eğitimi aksadı ve tıp eğitimi uzaktan olmaz, olamaz. Bu sorun ileriye dönük sağlık sorunlarının olacağının önden belirtisidir. Bu süreçte asistanlara 3’er, 6’şar aylık görevlendirmeler yapıldı. Ve bu süreleri eğitim sürelerinin üzerine eklediler. Bu mesleği ve ihtisası cazip olmaktan çıkardılar. Buna bağlı olarak pek çok asistan istifa etti. Birçok asistan yurtdışına göç etti. Her yıl bin kadar mezun yurtdışına gitti. Tıp öğrencileri fakülteye başladıklarında gelecek görüyorlardı ama artık meslekten soğumalar başladı. Birçoğu yurtdışına gidiyor ve orada gayet mutlu olduğuna dair geri bildirimde bulunuyorlar. Pek çoğu gittikten sonra da bizimle temas kuruyor ve “Hocam biz burada insan olduğumuzun değerini anladık, gelirimiz daha iyi ve el üstünde tutuluyoruz” gibi bildirimlerde bulunuyorlar.
Fakat biz hala Covid-19’un meslek hastalığı olup olmadığını tartışıyoruz. Yasa tasarısı hala orta yerde duruyor. Pek çok ülke bunu kabul etti. Hala bu meselede illiyet bağı aranıyor. Mahkemeden ispat edeceksiniz de meslek hastalığınız kabul edilsin. Çalışma Bakanlığı “Ne bilelim bunların virüsü hastanede kaptığını” diyor. Oysa biliyoruz ki sağlık çalışanları hastanede olsun, dışarıda olsun devamlı hastalarla içli dışlı oluyor. Bu, sağlık çalışanlarının hayat felsefesidir, bir yaşam biçimidir. Sağlık konusunda insanlara yardım eder ve sürekli onlarla muhatap olur. Ama bunu algılayamıyorlar işte. Oysa birçok ülke sosyal devlet ilkesiyle sağlık çalışanlarının sosyal haklarını arttırdılar.
Özetle, gelecekte Türkiye’de sağlık alanında daha çok sorun yaşanacak. Bu bugünden belli. Sağlık eğitiminde nitelik kaybetmesinden belli…
Kızıl Bayrak / Ankara