İnsanların, doğacakları yeri kendileri seçemedikleri gibi, doyacakları yeri seçme hakları da hiçbir zaman yoktur. Tıpkı kişisel hikayemde olduğu gibi…
Onunla ilk tanıştığımızda ilkokul 2. sınıfa gidiyordum. Yine her yerde bir kriz öcüsü dolanıyordu. Aileme kısmen de olsa destek olabilmek için, motosiklet tamircisinde çırak olarak işbaşı yaptım. Sabah gider dükkanı temizler, öğlene kadar çalışır, öğleden sonra okula giderdim. Her zaman kriz diye kulaklarımıza dolan zırvalığın karşısında bir şekilde durmamız gerektiği söylenirdi. Bizim yaratmış olmadığımız krizin faturasını erken yaşlarda ödemeye başlamıştık.
Her krizde kemerleri sıkıp emek gücünü biraz daha arttırmamız gerektiğini söylüyorlardı büyüklerimiz. Tabii çocuk yaşta, bu kriz nereden geldi, bedelini neden biz ödemek zorundayız diye düşünmeye fırsat kalmıyordu. Bir de büyüyünce ne olacaksın diye sorarlardı. İçimizden doktor, avukat, mühendis vb. olmak geçiyordu. Fakat ne olursak olalım her şeyden önce bir işçi olmamız gerekiyordu. Seçme gibi bir arzumuz olamazdı. Birçok sektörde çalıştım, çoğu zaman kriz var denilerek ya işimden oldum ya da emek gücümü daha yoğun sarf etmek zorunda bırakıldım.
Kimimiz ek iş yaparken, kimimiz de çalıştığımız fabrikalarda işimizden olmayalım diye ekstradan bir işi yüklendik sırtımıza. Almış olduğumuz ücret yerinde sayarken, daha fazla çalışma dayatıldı bizlere. Daha fazla koyduk emeğimizi ortaya. O kriz bitmiş olsa bile çalışma koşullarının ağırlığında hiçbir değişime rastlanmadı. Çünkü burjuvazinin artı-değer hırsı her zaman yeni krizler yaratmaya, yoğun emek sömürüsü için yeni gerekçeler bulmaya devam ediyordu. Bunun asıl vebalini ise krizin faturasını ödeyen, zorla ödettirilen işçi ve emekçiler taşıyordu.
Burjuvazinin fatura ödediği hiçbir kriz yoktu. Adale ağrısı çekmiyor, krizi kapıya koymuyor, faturaları işçinin kucağına bırakıyordu. Bizler de bu köhne dünyada üzerimize bırakılmış olan yükün altından kalkabilmek adına sermayedarlara artı-değer kazandırıyor, kendi yaşamsal fonksiyonlarımızı sürdürebilmek adına zorlu hayat koşullarına katlanıyor, ağır koşullarda sömürülüyor, bir nefes alabilmek için durmadan çalışmak zorunda bırakılıyorduk.
Bunları yapamaz ve bu koşullara tepkini gösterirsen, taşıma suyu ile döndürmeye çalıştığın değirmenin suyunu keserler. Evinin kirasını ödeyemezsin, kapının önüne koyarlar. Her gün zam yaptıkları elektrik-su-doğalgaz faturalarını ödeyemezsin. Hepsini keserler ve borcunu da faizleri ile tahsil ederler.
Fakat çoğunluğun dile getirip söyleyemediği o kadar çok şey var ki! En başta da bunca çileyi biz çekerken, bunca yaşamsal mücadeleyi biz verirken, bir de yetmezmiş gibi bizim yaratmadığımız, var etmediğimiz krizi sindirebilmek adına bunca yükü neden biz taşıyoruz? Her zaman aklıma gelir Maksim Gorki’nin yazmış olduğu şu satırlar:
“Her sabah nereye gittiğini bilmeden bir işe giden, her akşam nereden çıktığını bilmeden bir işten çıkan, sevmediği hayatı yaşayan, sevmediği işi yapan, sevmediği kişilerle yaşayan, kalabalıkların yüzünden yaşamaya karşı, ne bir sevgi, ne de bir sevgisizlik işareti olmadan gelip geçen, her akşam evinin dört duvarı arasına sanki bir mezara girermiş gibi giren, gecelerini bir sıkıntı yorganının altında yalnız ya da yanındaki yabancı gövdeyle geçiren; bütün ölü kentlerin, ölü doğmuş çocukları!
Size bu ölü yaşamı hazırlayan ‘burjuvazidir’ ve bu acımasız oyunun varlığı siz izin verdiğiniz sürece sürecektir.”
Bayrampaşa’dan bir dokuma işçisi