On dokuz yıl önce bir gece yarısı… Kulakları sağır eden bir uğultu, karanlık ve toz bulutu. Sonrası çığlıklar, haykırışlar ve çaresiz gözyaşları. İskambil kağıdı gibi yıkılan binalar, çatlayan otoyollar, yerle bir olan köprüler ve yığılmış ceset torbaları… Yüreğimizdeki dinmeyen yara; “17 Ağustos Marmara Depremi”
Marmara depreminin 19. yılındayız. Deprem, üzerinden geçtiğimiz bu on dört yıl boyunca konuşuldu, tartışıldı. Üzerine çok şey yazıldı, çizildi. Ancak her şey o gün olduğu gibi bugün de aynı şekilde devam ediyor. Kapitalizmin çarkları yine aynı şekilde dönüyor. Bugün aynı şiddette bir depremi yeniden yaşasak, ne yazık ki sonuç çok da farklı olmayacak. Yine yıkımlar olacak, yine gözyaşı dökeceğiz ve yeni güne yine eksilmiş olarak uyanacağız.
17 Ağustos ‘99’da sabaha karşı saat 03:02’de gerçekleşen Gölcük merkezli deprem MW ölçeğine göre 7.5 şiddetinde gerçekleşmiştir. Gölcük başta olmak üzere İstanbul ve tüm Marmara’da, hatta Orta Anadolu’dan Ege’ye kadar geniş bir alanda kendini hissettirmiştir. Deprem sonrası açıklanan resmi rakamlara göre 17.480 kişi bu depremde hayatını kaybetmiş, 23.781 kişi ise -belirli kısmı ağır yaralı olmak üzere- yaralanmış, 505 kişi sakat kalmıştır.
Resmi olmayan rakamlara göre ise yaklaşık olarak 50.000 kişi hayatını kaybetmiş, 100.000 kişi yaralanmıştır. Buna ek olarak 133.683 bina çökmüş ve yaklaşık olarak 600.000 kişi evsiz kalmıştır. Yine resmi olmayan rakamlara göre yaklaşık 16 milyon insan, depremden değişik düzeylerde etkilenmiştir.
Deprem şüphesiz ki yer kabuğu hareketlerinden kaynaklanan ve doğalında insanoğlunun oluşmasının önünde duramayacağı bir doğa olayıdır. Ancak kentlerdeki yıkımlar ve oluşan zarar konusunda belirleyici olan yine insanoğlunun kendisidir. Bu noktada 7.5 şiddetindeki bir depremde 50.000 kayıp vermemizdeki temel nedeni, çok açık ki rant ve kar hırsıdır.
Planlama ilkeleri bu noktada kar hırsına yenik düşmektedir. Planlama ilkelerinin vazgeçilmezi olan doğal yapı analizleri ve bunun içinde yer alan zemin etütleri kar hırsı uğruna ya yapılmamakta, ya da sonuçları görmezden gelinmektedir. Yapı inşasına elverişli olmayan sakıncalı jeolojik alanlar imara açılmakta ve böylece felakete davetiye çıkarılmaktadır. Buna imar planlarındaki maksimum kat yükseklik değerleri (hmax) önemsenmeden inşa edilen yapıları da eklersek bilançonun ağırlığı gün gibi ortaya çıkmaktadır.
Diğer bir önemli konu ise yapıların sağlık durumları ile ilgilidir. Hatırlanacağı üzere, o zamanlar televizyonlarda onlarca görüntü yayınlanmıştı. Tuğlalarının arasında sıva yerine çimento kağıdı bulunan binalar gördük. Temeli olmadan çıkılan yüksek katlı binalar gördük. Malzemesinden çalınmış -dolayısıyla hayatlarımızdan çalınmış- binalar gördük. Peki bu binaları inşa edenlerin ve tüm bu olanlara göz yumanların akıbeti ne oldu?
“Kocaeli’de depremden sonra açılan 932 ceza davasının 921’i müteahhitlerin lehine sonuçlandı; 11 dava kapandı. Bolu ve Afyon illerinde ise hiç dava açılmadı. Sakarya’daki 418 davanın 394’ü müteahhitlerin lehine sonuçlandı. Depremin etkili olduğu bir diğer il olan Yalova’daki davaların büyük çoğunluğu sonuçlandırılamadı. Söz konusu tabloyu değerlendiren hukukçulara göre mevzuata ilişkin farklı değerlendirmeler birçok davanın açılmasına engel oldu. Mahkemeler, devlet kurumları aleyhindeki davaları, depremi müteakip 60 gün içinde açılmadığı gerekçesiyle reddetti. Vatandaşların müteahhitler aleyhinde açtığı ceza davalarının büyük çoğunluğu ise suç tarihi, binanın yapım tarihi olarak alındığından ‘zamanaşımı’na uğradı ve beraatla sonuçlandı. Yaklaşık yüz bin binanın yıkıldığı depremlerde can ve mal kaybına yol açtıkları gerekçesiyle haklarında dava açılan müteahhitlerin çoğu hapse girmeden kurtuldu.” (1)
Sonuç itibariyle devlet yine devletliğini göstermiş, suçlular yine devlet eliyle korunmuş, ölen onlarca insan öldüğüyle kalmıştır.
Meselenin ciddiyetini ve devletin acizliğini iki soruda özetleyecek olursak: Soru 1: Peki tüm bu süreç içerisinde devlet ne yapmıştır? Cevap: Bol bol yasa çıkarmıştır. Soru 2: Bu yasalar ne işe yaramıştır? Cevap: İşin hukuki boyutuna bakacak olursak; 3194 İmar Kanunu ve ilgili yönetmelikteki jeolojik, biometeorolojik, topografik ve taşkın gibi nedenlerle özel önlem gerektiren ve yasaklı alanlarla ilgili açıklamalar kulak arkası edilmiştir. Gelinen noktada sermaye kendi hukukunu bile tanımamıştır. Çıkarılan yasalar -yetersizliklerinden de bağımsız olarak- göstermelik olmaktan öteye geçememiştir. 3194 sayılı İmar Kanunu, 4708 sayılı Yapı Denetimi Yasası, 587 sayılı Deprem Sigortası Hakkındaki Kanun Hükmünde Kararname, Afet Mevzuatı, Yapı Kanunu, Bina Yönetmeliği...
Devletin aczi…
Devletin bu noktadaki acizliği, Bayındırlık ve İskan Bakanlığının 2004 yılında gerçekleştirdiği Deprem Şurası’nın, mevzuat komisyonu raporunda şu şekilde dillendirilmektedir:
“Depremlerin insan toplulukları üzerindeki olumsuz etkileri yapılanmış çevrenin oluşturduğu risklerden kaynaklanır. Ülkemizde yürürlükte bulunan mevzuat doğrudan bu riskleri tanımlamaya ve depremde oluşturacakları zararları azaltmaya yönelik olarak geliştirilmiş değildir.”(2)
Devletin acizliği bununla da bitmiyor elbette. Deprem sonrası göçük alanlarına günlerce ulaşılmamış, depremzedelerin ilaç, yemek, su gibi en temel ihtiyaçları dahi karşılanmamıştır. Deprem bölgelerine günlerce elektrik ve su verilmemiş, devletin sosyal yardım kurumları ve Kızılay deprem bölgelerine günler sonra girebilmiştir. Acizliğin ikinci perdesi kurtarma çalışmaları sırasında yaşanmış, donanım ve uzman sorunu yüzünden birçok kişi göçük altında ölüm kalım savaşı vermiştir. Acizliğin üçüncü perdesi cenaze defin işlemlerinde yaşanmış, emekçiler cenazelerini kendi imkanlarıyla kaldırmıştır. Ve acizliğin son perdesinde devlet her zamanki saldırgan tavrıyla durmuş, çevre illerden gelen devrimciler, şehrin girişindeki kontrollerle şehre sokulmamıştır. İşte size dört perdede güçlü devlet imajı…
Aslında sorun salt depremle ilgili bir sorun değildir. Yıllardır gözlerimizin önünde duran bir örnek, Alibeyköy. Alibeyköy ilçesi düzenli olarak her yağmur yağışında sular altında kalmaktadır. Ancak taşkın alan sınırı dikkate alınmadan yapılan bu planlamanın faturasını yine işçi ve emekçiler ödemektedir. Emekçiler yerleşilemez alanlarda sağlıksız konutlarda alt yapıdan yoksun bir şekilde hayatlarını sürdürmektedirler.
Buradaki temel sorun kapitalizmin kenti algılayış biçimiyle alakalıdır. Kapitalizm kentleri bir rant kapısı olarak görmektedir. Kentsel mekânın kullanım değerinin yanına değişim değerinin eklenmesinin sonucu kentsel mekan bir meta haline getirilmektedir. Mekandan metaya uzanan bu dolambaçlı yolun bedelini ödemek her zamanki gibi işçi ve emekçi sınıfına düşmektedir.
Engels ve konut sorunu
Emekçiler, yüzyıllardır sağlıksız konutlarda yaşamaktadırlar. Konut sorunu emekçi sınıfın yüzyıllardır çözülemeyen bir sorunu olarak ortada durmaktadır. Engels “Konut Sorunu” adlı kitabını 1872 yılında yayınlamıştır. Aradan geçen yıllara rağmen konut sorunu hala güncelliğini korumaktadır. Engels bu sorunu şu şekilde dile getirmiştir:
“Bütün sağlık kuralları ayaklar altında çiğnenmediği zamanda dahi, işçi konutları yapımı kapitalistler açısından karlıdır. Rasyonel yönetilirse, mevcut bir gereksinmeyi karşılayan her sermaye yatırımı karlıdır. Ancak sorun tam olarak konut darlığının neden aynı şekilde devam ettiği, kapitalistlerin aynı şekilde neden işçilere sağlıklı konutlar sağlamadıklarıdır. Sermaye elinden gelse bile, konut darlığını ortadan kaldırmak istemez; bu artık kesin olarak belirlenmiştir.”(3)
1800’lü yıllara geri dönüyoruz. Proudhon konut sorununun çözümüne dair bir öneri geliştiriyor. Bu öneriye göre kiracıların ödediği miktar ev taksiti olarak sayılacak ve kiracı ödediği miktara bağlı olarak ev üzerinde hisse sahibi olacaktı. Yeniden 2009 yılına dönüyoruz ve karşımızda Amerikalıların icat ettiği Mortgage sistemi var. Tam olarak aynı olmasalar da iki sistemin benzerliği dikkatlerimizi çekiyor. Engels Proudhon’un bu önerisine cevap olarak aşağıdaki satırları kaleme alıyor.
“Proudhon kiracının ödediği kiraların ev taksitine sayılmasını ve evden hisse alınmasını öngörmektedir. Ancak devamlı işten atılan ve sürekli ev değiştiren bir işçi kirada oturduğu evlerden hangilerine ne oranda sahip olabilir? Bunu kim hesaplayacak? Ancak bu yöntem, bütün ülkelerde kiraları artırarak evlerin değerini üç, beş kat artıran spekülatör şirketler tarafından uygulanmaktadır.”(4)
Konut sorununu işçiyi kendi evine bağlayarak çözme çabası (Mortgage Sistemi ve TOKİ gibi) Engels tarafından sert bir dille eleştirilir. Engels hızla büyüyen Amerikan kentlerinden bir saat mesafede kurulan ve çamurlu bir çöl içindeki küçük sefil bir kulubecik için işçilerden 4800 mark alındığını aktarır ve şu şekilde devam eder;
“… işçilerin bu meskenleri almak için dahi ağır ipotek borçları altına girmeleri gerekmekte ve böylece işverenlerin açıkça kölesi haline gelmektedirler. Evlerine bağlıdırlar, uzaklaşamazlar, ve kendilerine sunulan çalışma koşulları ne olursa olsun tahammül etmek zorundadırlar”(5)
Böylece Engels, burjuvazi ve küçük-burjuvazi tarafından konut sorununa bir çözüm olarak sunulan işçilerin kendi evlerinin sahibi olmaları önerisinin, aslında onların ayaklarına pranga bağlamak anlamına geldiğini ispatlamaktadır.
Kentsel bölüşüm
“Büyük modern kentlerin gelişmesi, bazı alanlardaki toprağa, özellikle merkezi konumda olanlara, yapay ve genellikle muazzam artışlar gösteren değerler vermiştir; bu alanlarda yer alan binalar ise bu değeri artıracağına düşürmüştür, çünkü onlar artık değişen koşullara uymamaktadır. Yıkılırlar ve yerlerini yenileri alır. Bu daha çok merkezi konumda olan ve bütün kalabalıklığına karşın kiraları hiç artmayan ya da çok az artan emekçi konutları için geçerlidir. Bunlar yıkılır ve yerlerine dükkânlar, depolar, kamu binaları dikilir... Bunun sonucu olarak da emekçiler kentin merkezinden dış mahallelere doğru gitmeye zorlanırlar; emekçi konutları genelde nadir ve pahalı olurlar, bazen de erişilmez olurlar”.(6)
Engels’in bu satırları aslında “kentsel dönüşümü” anlatmaktadır. Bu satırlar hala güncelliğini korumaktadır. Bugünlerin İstanbul’una geldiğimizde ise, kentsel dönüşüm projelerinin “deprem önlemleri” kapsamında meşrulaştırıldığını görmekteyiz. Ancak kentsel dönüşüm projeleri için depremi bahane eden yöneticilerin Küçükçekmece gibi yüksek riskli alanlarda uygulamaya koydukları projelere akıl sır erdirilemez. Konunun bir diğer yanı ise yetkililerin kentte yaşanan tüm sıkıntıların ana kaynağı olarak dönüşüm alanlarını işaret etmesidir.
Uygulanan tüm projeler, çıkarılan Kentsel Dönüşüm Yasası’nın aslında “Kentsel Bölüşüme” çıktığını ve buradaki asıl amacın arazi fiyatları değerlenen kentsel alanlardan emekçileri temizlemek olduğunu görmekteyiz. Kentsel Dönüşüm Yasası bu amaca kılıf olarak hazırlanmış bir yasadır.
Barınma hakkı ve Anayasa
Konut sorunu ile ilgili karşımıza çıkan en önemli kavram “barınma hakkı”dır. 1961 Anayasası’nın 49. maddesi (Devlet, herkesin beden ve ruh sağlığı içinde yaşayabilmesini ve tıbbî bakım görmesini sağlamakla ödevlidir. Devlet, yoksul veya dar gelirli ailelerin sağlık şartlarına uygun konut ihtiyaçlarını karşılayıcı tedbirleri alır.) barınma hakkından bahseder. Ancak 1982 Anayasasının 57. maddesinde barınma hakkının çerçevesi bir hayli daraltılmaktadır. AKP hükümetinin 2007 yılında hazırladığı anayasa taslak metninde ise konut sorunu ve barınma hakkı kavramları ile alakalı tek bir madde yoktur.
Yetkinlik meselesi
En olumsuz olayları bile lehine çevirme konusunda hiç şüphe yoktur ki kimse sermayenin eline su dökemez. Bu anlamda asıl sorumluları cezalandırmak yerine, 1999 Marmara depreminin tüm faturası göstermelik olarak depremde 176 evi göçen Veli Göçer’e kesilmiş ve bu dolandırıcı müteahhit adeta günah keçisi ilan edilmiştir. Ancak cezalandırmanın ikinci bir boyutu ise, depremin sorumluluğunun yine zaten deprem mağduru olan emekçiye yüklenmesidir. Bu noktada bazı bölgelerde kentsel yenileme yapma yalanıyla, depremi de bu yalana alet ederek emekçi halk yaşam alanlarından kovulmuştur. Buna ek olarak yıkılan binaların tüm faturası teknik elemanlara kesilmiş, binaların yıkımındaki ana etmenin teknik bilgisizlik ve deneyimsizlik olduğu ileri sürülmüştür ve ardından “Yetkinlik” tartışmaları başlatılmıştır. Sermaye bu büyük depremi elinde bir koz olarak tutup emekçilere “Kentsel Dönüşüm” ve “Yetkinlik”i dayatmıştır. Kısacası sermaye bir taşla iki kuş vurmuş, bu işten de yine karlı çıkmıştır.
Çözüm sosyalizmde!
Yukarıda sıraladığımız her sorun gelip kapitalizmde karşılığını buluyor. Öyleyse çok açık olan bir şey var ki, bütün sorunlar gibi konut sorunu da kapitalist sistem alaşağı edilmediği sürece çözülmeyecektir. Milyonlarca konut boş olarak bekleyip içten içe çürürken, milyonlarca insan başını sokacak bir çatıdan yoksun durumda yaşıyor. Elini sallasa Mortgage uzmanına çatan emekçi ne yazık ki, dünyayı yaratan ellerini bankalara ve özel finans kurumlarına uzatınca kolundan oluyor. Emek düşmanı simsarlar kara listelerine her gün yeni birini ekliyor ve her yeni gün kredi ve banka mağduru bir emekçinin daha intihar haberini okuyoruz gazetelerden.
Yaşam alanlarımıza dozerlerle giriyor, en temel hakkımız olan barınma hakkımızı gasp ediyorlar. Üstelik sermayeye bu da yetmiyor, en ufak hak arama mücadelemize coplarla biber gazlarıyla müdahale edip sermaye köpeklerini üzerimize saldırtıyorlar.
Eğitim, sağlık, iş güvencesi ve bunun benzeri birçok sorun gibi konut sorununun da biricik çözümünün yolu, kapitalist sistemi bir proleter devrimle ortadan kaldırıp bütün üretim araçlarını toplumsallaştırmaktan geçmektedir. Barınma, ulaşım, eğitim ve sağlık gibi hizmetlerin ücretsiz olduğu sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurmadan ne konut sorununu, ne de başka bir sorunu çözmek mümkün değildir. Engels’in de belirttiği gibi; “Konut sorununun çözümü ile aynı zamanda toplumsal sorunun çözümü değil, ama ancak toplumsal sorunun çözümü ile, yani kapitalist üretim biçiminin ortadan kaldırılması ile konut sorunun çözümü mümkün olmaktadır.”(7)
Kaynaklar:
(1) www.arkitera.com
(2) T.C Bayındırlık ve İskan Bakanlığı 2004 Deprem Şurası Mevzuat Komisyon Raporu
(3), (4), (5), (6), (7), F. Engels, Konut Sorunu 1872