Neoliberal politikalar ve eğitimin piyasalaşması

Eğitim bugün dünya pazarında sermayedarlar için önemli bir kâr alanıdır. Bugün her ilde en az bir devlet üniversitesi vardır. Mantar gibi türeyen tek bina halinde başta İstanbul'da olmak üzere özel üniversite sayısı almış başını gitmiştir. Eğitimin bilimsel içeriği ve niteliği neredeyse tamamen ortadan kalkmıştır. Özelikle AKP dönemi ile bu sorun daha da derinleşmiştir.

  • Haber
  • |
  • Gençlik
  • |
  • 17 Şubat 2020
  • 08:24

6-7 Aralık 2019’da İstanbul’da düzenlenen Eğitim Hakkı Çalıştayı’nda Devrimci Gençlik Birliği (DGB) adına yapılan sunumdur...

Kapitalist sistem dünya ölçeğinde ekonomik, sosyal ve siyasal boyutları olan çok yönlü bir kriz yaşıyor.

70’li yıllarda 3. Büyük Bunalım kendisini hissettirdiğinde, kapitalistlerin buna yanıtı neo-liberal politikaları devreye sokmak oldu. Geçmiş dönemde kapitalist refah devleti ya da “sosyal devlet” adı altında verilen kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması, alınıp-satılan birer metaya dönüştürülmesi bu neo-liberal politikaların en önemli ayaklarından biriydi. Kapitalistler kamusal alanı ranta açarak, yeni piyasa alanları yaratıp kar oranlarını yükselteceklerini ve böylece yaşadıkları krizi aşacaklarını düşünüyorlardı. Yıllık 2 trilyon doların üzerinde bir pazara sahip olan eğitim alanı da piyasaya açılacak kamusal hizmetlerin başında geliyordu.

Kamusal alanları piyasaya açan bu sürecin en önemli ayağı ise GATS (Uluslararası Hizmet Ticareti) anlaşması oldu. 1994 yılında imzalanan bu anlaşma ile DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) üyesi 144 ülkeden 40’ı eğitimi uluslararası pazara açtıklarını ilan ettiler. GATS ile birlikte eğitimin yanı sıra sağlık, ulaşım, iletişim gibi kamusal hizmetler de uluslararası pazara açılmış oldu. Türkiye de bu anlaşmanın imzacılarından biriydi.

Ülkemizde ise neo-liberal politikaların GATS anlaşmasından da önce, 12 Eylül askeri darbesi ile yürürlüğü girdiğini biliyoruz. Ve yine eğitimdeki neo-liberal dönüşümün ilk önemli adımı olan YÖK’ün kuruluşu da 12 Eylül darbesinin hemen sonrasıdır. YÖK’ün kuruluşu ile birlikte bir yandan toplumsal muhalefetin önemli bir bileşeni olan gençlik susturulmaya çalışılırken diğer yandan üniversite sermaye iş birliğinin ilk adımları atılmıştır.

Üniversite sermaye iş birliği ise hem eğitimin piyasalaştırılması, hem de üniversitelerdeki bilimsel üretimin toplumun çıkarı için değil, sermayenin ihtiyaç ve çıkarları doğrultusunda gerçekleştirilmesi anlamına gelmektedir. Bunun ilk nüveleri ise sermayedarlar için yüklü bir maliyet olan AR-GE (Araştırma-Geliştirme) projelerinin üniversitelere kurulan teknopark ve teknokentler üzerinden yapılması oldu.

Üniversite eğitiminin piyasalaştırılmasında önemli bir diğer adım ise; dönemin YÖK başkanı İhsan Doğramacı'nın vakıf adı altında ilk özel üniversite olan Bilkent Üniversitesi’nin kurmasıdır. Özel üniversitelere ilk andan itibaren ücretsiz arazi başta olmak üzere birçok kolaylık sağlanmıştır.  Özellikle AKP dönemi ile birlikte özel üniversite sayısında yoğun bir artış yaşanmıştır. Bugün toplam 204 üniversitenin 77’si özel üniversitedir.

Sadece özel üniversitelerde değil, üniversite eğitiminin tüm alanında eğitim bir metaya dönüşürken öğrenciler müşteri haline getirilmiştir. Barınmadan beslenmeye, ulaşımdan eğitim materyallerine kadar her şey bu pazarda alınıp-satılan metaya dönüştürülmüştür. Öyle ki, devlet üniversitelerinde bile bu temel ihtiyaçları karşılamak ciddi maliyetlere mâl olmaktadır.

Bugün devlet üniversiteleri, Tıp Fakülteleri'nin hastanelerini birer şirket gibi işletip buradan kâr elde etmektedir. Kampüsleri BurgerKing, Starbucks gibi tekellere açarak buralardan döner sermayelerini oluşturmaktadırlar. Öyle ki, Hacettepe Üniversitesi rektörü mezuniyet töreni konuşmasında “hastanemiz o kadar iyi iş yapmıştır ki, maddi açıdan okulumuzu çok rahatlatmıştır” deme cüreti göstermiştir. Aslında bu durum üniversitelerin tamamen ticari bir işletme gibi kâr odaklı bir yapı olarak ele alındığının göstergesidir.

Bununla bağlantılı olarak “üniversitelerin mali özerklikleri olması” tartışması; devlet tarafından yapılan yatırımların durdurularak üniversitelerin kendi bütçelerini kendilerinin yaratmaları bakışından başka bir anlam ifade etmemektedir. Döner sermayeler, öğrenci katkı payları ve yaz okulu ücretleri bu politikanın birer yansımalarıdır. Ama söz konusu olan üniversitelerin bilimsel özerkliği olduğunda kapitalistler bunu her yolla engellemek için elinden geleni yapmaktadır. Üniversite eğitimi ve toplamında eğitimin tamamının niteliği günden güne yok olmaktadır. Bilimsel araştırmalar sadece sermayenin çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda yapıldığında ödenek ve alan bulabilmektedir.  Üniversitelerde bunlara göre bölüm açılmakta veya kapatılmaktadır.

GATS ile hızlandırılan neoliberal politikaların yükseköğrenim için en önemli ayağı Bologna süreci olmuştur. Bunun yanında eğitimde Avrupa Birliği ile uyum süreci başlatılmıştır.  1999 yılında İtalya’nın Bologna kentinde 29 ülke ile başlayıp daha sonrasında 46 ülkenin imzacısı olduğu Bologna Bildirgesi eğitimi yeniden yapılandırarak sermayenin geleceğini garanti altına almayı ve ucuz iş gücü yaratmayı hedeflemektedir.  Bu kapsamda üniversitelerin müfredatları, yönetim şekli ve finansı Bologna sürecinin parçası olan ülkelerle denkleştirilmeye çalışılmaktadır.  2001 yılında Türkiye de bu sürecin parçası olmuştur.  Bologna süreci ile “yükseköğrenim kurumlarında danışma kurulları kurulması hakkında yönetmelik taslağı” hazırlanmıştır. Sermaye düzeni tarafından; “Üniversitenin fiziksel ve yapısal konuları, eğitim-öğretim ve araştırma program ve politikaları, üniversite geliştirme stratejisi vb. konularda dış paydaşların görüş, öneri ve desteklerini almayı hedefliyor” şeklinde gerekçelendirilen danışma kurullarının içerisinde ilin belediye başkanları, sanayi ve ticaret odası başkanları bulunacaktır. Bu da sermayenin üniversiteleri doğrudan denetleyeceği mekanizmalar oluşturmak demektir. Bu kurulla birlikte dekanlar, rektörler ve iş adamları üniversitelerin ve bilimin kaderini belirleyecektir.

Toplam olarak özetleyecek olursak; eğitim bugün dünya pazarında sermayedarlar için önemli bir kâr alanıdır. Bugün her ilde en az bir devlet üniversitesi vardır. Mantar gibi türeyen tek bina halinde başta İstanbul'da olmak üzere özel üniversite sayısı almış başını gitmiştir. Eğitimin bilimsel içeriği ve niteliği neredeyse tamamen ortadan kalkmıştır. Özelikle AKP dönemi ile bu sorun daha da derinleşmiştir.

Bugün AKP şefleri “eğitimde harçları kaldırdık, artık öğrencilerimiz harç ödememekte” naraları atsa da harçların sadece ismi değiştirilip “öğrenci katkı payı” ödemesine çevrilmiştir. 2 üniversite okumaktaysanız, artık yıla kalmışsanız veya ikinci öğretim kapsamında eğitim görüyorsanız bu paraları ödemek zorundasınız. Birçok okul bütünleme sınavlarını kaldırmış veya bir sonraki öğretim yılının başına koyarak öğrencileri yaz okullarına mahkûm etmişlerdir. Yaz okulu için ise her ders başına ve AKTS’sine göre fahiş fiyatlarda para ödemek zorundayız. Eğitim materyalleri, barınma, beslenme, ulaşım gibi temel ihtiyaçların hepsi bizlerin omzuna yüklenmektedir. Kampüslerde neredeyse attığımız her adım için para öder hale geldik.  Artık birçoğumuz eğitim hayatımızı devam edebilmek için partime işlerde çalışmak zorunda kalıyoruz. Öyle ki, okul ve derslere ayırdığımız vaktin daha fazlasını çalışmaya ayırmak zorunda kalıyoruz.

***