“Afganistan’da ciddi insan hakkı ihlallerinin yaşandığı ve Afgan halkının da yeni bir hükümet isteğinde olduğu” saptamasını Afganistan halkına rağmen yapan ABD’nin, 2001 yılında İngiltere’nin de desteğini alarak El-Kaide lideri Usame Bin Ladin’in saklandığı bahanesiyle Afganistan’a karşı “Sonsuz Özgürlük Operasyonu” (EnduringFreedomOperation) adı verilen hava operasyonlarını başlatması bölgede yeni bir vahşet döneminin başlangıcı oldu. Afganistan halkını kurtarmak gibi “ulvi” amaçlarla başlayan operasyon dalga dalga yayılarak Irak, Libya, Suriye, Yemen derken büyük Ortadoğu’yu girdabına aldı ve bölgeyi tam bir mezbahaya dönüştürdü. Bölgenin kadim halkları vahşetin bin bir çeşidine uğratıldılar. Kitlesel katliamlar, tecavüzler, insan ticareti, işkence, toplu göçler, mezarlar gibi insanlığın yüz karası olan suçlar “insan hakları” adına işlendi. “Sonsuz Özgürlük Operasyonu” (EnduringFreedomOperation) bölgeyi sonsuz bir karanlık ve vahşetin girdabına attı.
İşlenen suçlar çoktandır gazete arşivlerinde tarihçilerin ilgisine terk edildiler. İnsan hakları adına işlenen yığınla suçun tek suçlusu bile yargılanmadığı gibi, bölgeyi dehşet çemberine alan Batı emperyalist dünyası bölgede işlenen suçları bölge halklarının barbarlığının delili olarak sonsuz bir zevkle lanse etti. Emperyalist medya öz evlatları Taliban, IŞİD, El-Kaide gibi suç örgütlerinin vahşet görüntülerini kendi suçlarını vaftiz etmenin aracı yaptı. Suçlarını gizlemenin manivelasına dönüştürdü.
“Sonsuz Özgürlük Operasyonu” bölge halkları için tam bir yıkım getirdi. Bölge halkları örgütsüz olmanın yakıcı sonuçlarını çok pahalı ödediler, ödüyorlar. Umutsuzluk çukurunda çırpınan milyonlarca insan doğup büyüdüğü köylerini, kentlerini ve ülkelerini kitlesel olarak terke zorlanarak sonu belirsiz bir yolculuğa sürüldüler. Yollara dökülen on milyonlarca insan “insan hakları ihlallerine” karşı “Sonsuz Özgürlük” savaşı açan ABD önderliğinde birleşen NATO devletleri tarafından kabul edilmeyerek, istenmeyen insanlar topluluğu olarak ilan edildiler.
Geçtikleri ülkelerde uğramadıkları vahşet, tatmadıkları acı kalmadı. Ceylanpınar’dan İstanbul’a, Budapeşte’den Viyana’ya, Roma’dan Berlin’e , Madrid’den Paris’e çıkan bütün kara ve deniz yolları yüzlerine kapanmakla kalmadı, bu modern kentlere giden yollar, ülkelerin saflığını(!) korumakla görevli tecavüzcüler ve korsanlar eliyle korunmaya alındılar. İstanbul’un hastaneleri savaş göçmeni küçük kız çocuklarının anneliği gibi bir onursuzluğa ev sahipliği yaptılar. Macaristan’daki kamplarda aç bırakılarak ölüme terk edildiler. Sınırlarda dipçiklenip ormanlarda av köpekleriyle sürek avına uğradılar. Akdeniz ve Ege sularında boğulmaktan gönüllüler tarafından kurtarılanların karaya çıkmalarına NATO devletleri tarafından izin verilmeyerek, ölüme terk edildiler. Akdeniz’de kurtarılan ancak tutuldukları gemiden karaya çıkmak için İtalyan hükümetinden izin bekleyen sığınmacıların açlık grevine başlamaları hakkında İtalya İçişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Matteo Salvini, “Neye inanıyorlarsa yapabilirler” diyerek, “Sonsuz Özgürlük Operasyonları”yla “özgürleştirdikleri” insanlara nasıl bir özgürlük armağan ettiklerini gösterdi.
Utanç tablosunda Erdoğan’ların payına; “NATO’ya Muhafızlık” düştü.
Efendisi ABD emperyalizminin saldırgan başkanı Trump’ın gazabına uğrayan Erdoğan, efendisine serzenişte bulunurken suçlarını itiraf ederek ortaya çıkan bu tabloda üstlendikleri yüz kızartıcı rollerini arsızca itiraf etti. Erdoğan “Türkiye, yıllar boyunca ne zaman gerekli olsa ABD’nin yardımına koştu. Kore’de askerlerimiz birlikte çarpıştı. Küba füze krizinin en yüksek olduğu dönemde, Türkiye topraklarında Jüpiter füzelerinin konuşlanmasına izin vererek ABD’nin durumu yatıştırma çabalarına katkı sağladı. 11 Eylül terör saldırılarının ardından Washington bu kötülüğü yapanlara karşılık vermek için dostlarını ve müttefiklerini beklediğinde, askeri birliklerimizi buradaki NATO misyonunu başarıya kavuşturmak için Afganistan’a gönderdik” derken; Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da ABD’nin USA Today gazetesi için kaleme aldığı yazıda “NATO müttefikiyiz ve en güçlü ikinci orduyla güney kanadının muhafızlığını yapıyoruz” diyerek, ülkelerin ve bölgenin yağmalanmasında hangi ayak işlerini üstlendiklerini açıklıyordu. Demek oluyor ki, ABD emperyalizminin başını çektiği savaş aygıtı NATO’nun “muhafız” gücü olarak ülkelerin ve bölgelerin yakılıp yıkılmasının sorumluluğa ortak oldular.
İnsan Hakları Bildirgesi’nin serüveni
“Özgürlük ile, mevcut burjuva üretim koşulları altında, serbest ticaret, serbest alım ve satım kastediliyor. Ama eğer alım ve satım yok olursa, serbest alım ve satım da yok olur. Serbest alım ve satım konusundaki bu sözlerin ve burjuvazinin genel olarak özgürlük konusundaki bütün öteki ‘cesur’ sözcüklerinin eğer bir anlamı varsa, ancak kısıtlanmış alım ve satım karşısında Ortaçağın kösteklenen tüccarları karşısında bir anlamı vardır.” (Komünist Manifesto, sf 37)
İnsanlık tarihinin ortak serüveninin bir ürünü olarak, değişik evrelerden geçerek tarihin gördüğü en büyük burjuva devrimlerinden olan Fransız burjuva devriminin ve bu devrime damgasını vuran yoksul köylü hareketinin eşitlik ve özgürlük özleminin ete kemiğe büründürdüğü İnsan Hakları Bildirgesi, burjuvazinin yükseliş dönemine denk düşerken, içeriği boşaltılarak çarpıtılan ‘insan hakları’ kavramı ise burjuvaziye kapitalizmin çürüme ve çöküş döneminde işlediği suçların üzerini kapatmanın ideolojik ve ahlaki silahı olarak hizmet etti.
İnsan Hakları Bildirgesi’nin 1. maddesinde yer alan “Bütün insanlar özgür, onur ve hakları yönünden eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler” vurgusu, burjuvazinin iktidarı altında ticaret özgürlüğünde ifadesini buldu. Kurulu düzene, feodal sisteme ve onun krallık-sultanlık rejimine karşı yoksul köylü hareketinin verdiği devrimci savaşta devrimci bir çağrı olan bildirge, bu hareketin önderliğini yapan ve kendisi de sömürücü bir sınıf olan burjuvazinin iktidarı almasıyla birlikte burjuvazinin çıkarlarına uyarlanarak defalarca yeniden şekillendirildi. “Özgürlük”, serbest rekabetçi kapitalizmin elinde şeylerin/metaların serbest dolaşımının özgürlüğüne, feodal gümrüklerin yıkılmasının ideolojik aracı olurken angarya zincirlerini parçalayan yoksul köylü kitlesi şahsında ise emek gücünü “özgürce” pazarlamasında ifadesini buldu. İtalya İçişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Matteo Salvini, mültecilere “Neye inanıyorlarsa yapabilirler” derken, burjuvazinin özgürlük anlayışının özününe tercüman oluyordu.
Kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizm çağıyla birlikte ise “insan hakları” kavramları “ilkel”, “geri kalmış” halkları modernleştirme adı altında köleleştirmenin aracı olarak öne çıkartıldı. Metaların ve sermayenin özgür dolaşımın önündeki engelleri tasfiye etmenin ideolojik aracı oldu. Köleleştirme/sömürgeleştirme savaşlarında ortaya çıkan yıkımların sınıfsal karakterini gizleyerek üzerini örtmek içinde yine aynı kavramdan yararlandılar. Sınırsız sömürü amaçları uğruna yarattıkları trajik tablonun nedenlerinden çok sonuçlarıyla meşgul olacak insan hakları savunucularını, hayır kurumlarını devreye sokarak toplumları teskin etmenin yanı sıra halkları ideolojik olarak da köleleştirdiler. Sömürge savaşlarının sınıfsal karakterini gizleyerek, sınıfsal ayrım ve çatışmaların karakterini çarpıtıp bulanıklaştırarak sorunu basit olarak “insan hakları” sorunu olarak sundular.
Sınıflı toplumlarda toplumun her sınıfını kesen ortak bir insan ve insan hakları tanımı yoktur. Eğer insandan kasıt iki eli, iki ayağı ve duyu organları olanlar ise; bu tanım insanlık tarihi kadar eskidir. Soyut bir insan tanımında insanların birleşmesi, insanlığın sorunlarını çözmesi bir yana çok daha karmaşıklaştırarak içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Bir kapitalistin gözünde bir işçi, bir kapitalist gibi dünya nimetlerinden faydalanması gereken bir insan olmaktan önce çalışarak artı-değer üretmesi gereken bir varlıktır. “Kutsal” kitaplar da ortak bir insan tanımı yapamamıştır. İnsanlar biat edenler ve sürüyü güdenler olmak üzere ayrıştırılırlar. “Beş parmağın beşi bir değildir” denirken bu sınıfsal ayrım gerçeği dile getirilir. “Kadın, erkeğin sırt kemiğinden yaratılmış olmasından dolayı” düzeltilemez. Dinsiz insanların katli ise “vaciptir.”
Tarihsel kökleri olan sınıfsal ayrımın üzerini örten bu ideolojik, ahlaki kavramlar egemen sömürücü sınıfların elinde insan toplumlarının gelişmesine koşut olarak çok daha inceltilerek sürdürülmüştür.
İkinci emperyalist savaşın sona ermesiyle birlikte SSCB’de çok daha açık olarak ortaya çıkan revizyonist akımın çabasıyla bu gerici ideoloji işçi ve emekçi halk hareketlerine ve onların örgütlerine taşındı; burjuva kavramlar devrimci kesimlerde giderek yerleşmeye başladı. Sınfsal kavramlar yerini tedricen sınıflar üstü kavramlara ve çözümlere(!) terk etmeye başladı. Ülkedemizde, ‘70’lerin büyük bir devrimci hareketinin kalıntılarının “aşkın ve sosyalizmin partisi”ne doğru nasıl evrildiğini, burjuva medyanın sayfa ve ekranlarını “aşkın ve sosyalizmin partisi”ne bonkörce açarak bunları adeta ödüllendirmesinin üzerinden çok zaman geçmedi. Gerici “Elveda proletarya” zırvaları, “insan hakları” ve “insanlığın ortak problemleri ve kurtuluşu” söylemleri eşliğinde yükseltildiler.
Savaş ve barış sorunu öncelikli olarak insanlığın ortak bir sorunu olarak sunuldu. Oysa, gerçek barış sorunu NATO'nun başını çeken emperyalist dünyanın egemeni olan insan-oligarklarının hiçbir zaman gerçek bir sorunu olmadı. Silahlanma, silahlanma ve daha fazla silahlanma onların değişmez parolası oldu.
Bilim ve tekniğin gelişip üretimin artmasına karşın yoksulluk, açlık ve çok yönlü sefalet de katlanarak büyüdü. Sefalet, açlık ve yoksulluk elinde acı çeken insanların feryadı oligark-insanların bir nebze de olsa vicdanlarını sızlatmadı. Onlar, emekçi insanların acıları ve sefaletleriyle alay edercesine cevap verdiler. Çalışma sürelerinin uzatılmasını esnekleştirilmesi, sağlık ve eğitim haklarının budanmasını mezarda emeklik saldırıları tamamladı. Tekniğin devasa gelişmesinin sonucu olarak ortaya çıkan ürün fazlasını, metaların fiyatları düşmesin diye acımadan yakarak, okyanuslara dökerek yok ettiler. Azami kârı hedefleyen oligark-insanın, soydaşı olan emekçi-insanın açlık ve sefaleti hiçbir zaman sorunu olmadı. Zira, onların serveti bizlerin sefaletinden besleniyor.
Afganistan’a karşı başlatılan, giderek trajik bir hal almaya başlayan kitlesel göçleri boyutlandıran “Sonsuz Özgürlük Operasyonu” da sermayenin sınır tanımayan kâr amaçları için insan-oligarklar tarafından başlatıldı. İnsan toplumunun bir bölümünün, ezici çoğunluğunu meydana getiren emekçi insanların payına bu savaşta büyük bir acı, yoksulluk ve sefalet düşerken oligark-insanların payına ise büyük kârlar ve vurgunlar düştü. Sınıfsal çıkarları temelden farklı olan insan toplumunun bu iki ayrı temel sınıfını hangi ortak bir insan hakları paydasında buluşturabiliriz? Ortak bir barış özleminden söz edebiliriz? Ve hangi tılsımlı, sınıflarüstü “insan hakları” kavramı kapitalist özel mülkiyet sistemi yerli yerinde dururken bu sorunlara çözümün anahtarını verebilir?
Kapitalist özel mülkiyet sisteminin tasfiyesiyle birlikte proletaryanın ve emekçi insanlığın kurtuluşunun zaferi bir bütün olarak insanlığın kurtuluşunun da yolunu açacaktır.