Türkiye, istikrarı ve öngörülebilirliği kalmayan bir ülke haline geldi. Ekonomide son yaşananlar üzerine yapılan tartışmalar, kimsenin önünü göremediğini açıkça gösteriyor.
Merkez Bankası’nın önümüzdeki hafta yapılacak toplantıda faiz artırıp artırmayacağına ilişkin yapılan yorumlar, yapılması gerekenle yapılacağı tahmin edilen arasındaki farkın ne kadar büyüdüğünü ortaya koyuyor. Uzmanların tümü, piyasadaki faizlerin arttığını, Merkez’in politika faizini artırması gerektiğini söylüyor. “Merkez Bankası önümüzdeki hafta ne yapar” diye sorulduğunda ise kimse gerekeni yapacağını söyleyemiyor.
Merkez’in piyasayı yoklamak için yaptığı repo ihalesinde faizin yüzde 11 olduğunu, bonolardaki faizin 13-14’e, mevduat faizlerinin 12’ye ulaştığını hatırlatıp politika faizinin artması gerektiğini belirtiyorlar. Ancak Merkez’in gerekeni yapacağına güvenemedikleri için, “Geç likidite penceresini asıl fonlama faizi haline getirip bir süre onunla idare eder mi” diye sormadan edemiyorlar. Para politikasında sadeleşme korunacaktı, geç likidite penceresi iyice karıştırmaz mı diye sorduğunuzda, “olabilir” yanıtı veriyorlar.
Sadece para politikasında değil ki, ekonominin her alanında “bugün şunu uygulayalım, yarın öbürünü yaparız” havasının hâkim olduğunu görüyoruz. Dün açıklanan sanayi üretim endeksinde beklentilerin üzerinde bir rakam gerçekleşti. İlgili bakanlar Twitter’dan açıklamalar yapıp, Avrupa’nın en iyisi olduğumuzu, bu duruma karamsarların üzüleceğini söylediler. Demek istiyorlar ki: Bu rakamı olduğu gibi alın sevinin, arkasını kurcalamayın. Örneğin, 2019 Haziran’da bayram vardı, bu yıl daha fazla çalışma günü üretimi artırdı, ikinci çeyrekte birinciye göre hâlâ yüzde 20.2’lik daralma var demeyin, istiyorlar.
Haziranda sanayi üretimi pandemi öncesinin hâlâ gerisinde ama bir hareketin başladığını zaten herkes kabul ediyor. Ancak bununla birlikte ne kadar planlı bir hareket olduğunu da tartışmak gerekiyor. Örneğin haziranda başlayıp temmuz ve ağustosta süren canlanmada, kredileri zorla şişirmenin etkisini, bunun faiz ve kur baskılanarak yapıldığını, dış kaynak da bulunamayınca işlerin iyice sıkıştığını ve bu nedenle daha yeni kur dalgası yaşadığımızı sorgulamayalım mı? Kurlar ve faizlerin bir üst seviyede oluşacağı ortaya çıkınca, “rekabetçi kur” edebiyatına başlandığını söylemeyelim mi? Bunun yeni zamları tetikleyeceğini, enflasyonun daha da yükseleceğini, enflasyon yükseldikçe kurların ve faizlerin yeniden yükselmek zorunda kalacağını tartışmayalım mı? Buna rağmen Merkez Bankası’nın gerekli faiz artırımı yapamayacağı yönündeki piyasa endişesini dile getirmeyelim mi?
Her alanda istikrarsızlık
Rakamların arkasını kurcaladığınızda, her seferinde Türkiye ekonomisinin çok kötü yönetildiği ortaya çıkıyor. Ekonomiden anlayanların hepsi “Eğer daha dengeli, bilinçli, planlı, vizyonu olan bir politika uygulansaydı şimdi geldiğimiz noktadan çok daha iyi durumdaydık” diyor.
Faizleri ve kurları baskılamadan, piyasa şartlarını sopa ile zorlamadan bir yönetim anlayışı güdülseydi, kesinlikle son yaşadığımız dalgayı yaşamazdık.
Ama bunun için ekonomiyi yönetenlerin kafasında “İstikrar ve ekonominin öngörülebilirliğini sağlamak” kaygısı olmalı. Bunun yerine “sıkıştık, bugün bunu yaparız, gerekirse yarın tersini yaparız” aymazlığı olursa, ekonominin kazalara uğraması kaçınılmaz olur. Daha önce de yaşadık; vizyonu ve planı olmayan kötü yönetimler Türkiye ekonomisini krizlere soktu, halkı fakirleştirdi.
Dün bir yerde gözüme çarptı; Hazine Bonosu ve hisse senedinin tümündeki yabancı sermaye miktarı 26 milyar dolara inmiş. Bu rakam 2013 yılında 150 milyar dolarmış…
Bu rakamları sıcak para iyidir ya da kötüdür diye vermiyorum. Dikkat çekmek istediğim nokta, bu istikrarsızlığın nedeni. 2013’te sıcak para işimize geliyordu da şimdi işimize gelmiyor mu? Öyle olsa mevcut yönetim tüm hatalarına rağmen, daha geçen hafta “yabancı sermaye yakında gelmeye başlayacak” açıklaması yapmazdı. Yine sıcak para isteniyor ama bu sefer getirmeyi başaramıyorlar. Sermayeye aba altından sopa gösterip, sonra “Bak usulca açıyorum önünü, gel hadi” demekle bu işin olmayacağını göremediler. “Kapalı kapılar ardında kolunu büker işi hallederim” efelenmesinin bir maliyeti var. Yerlisi yabancısı tüm sermaye kârı gördüğü yere gelir, hele sıcak paracılar 2 puan fazla faiz için koşa koşa gelirler ama bunun da bir sınırı var. Fonlarını 26 milyar dolara kadar indiren yabancı yatırımcılar yerli muhataplarına açıkça söylüyorlar, “Tamam kâr görüyoruz ama yarın paramızı alıp çıkabileceğimiz konusunda yönetiminize güvenimiz yok” diyorlar.
İşin kötüsü sadece ekonomide değil, Türkiye’de her alanda günlük politika tercihi ve bunun getirdiği istikrarsızlık hâkim anlayış haline geldi. Diplomaside son yaşananlara bakın, mevcut iktidarın bir zaman sırtını dayadığı Araplardaki Türkiye düşmanlığı had safhaya çıktı; şimdi BAE ile İsrail anlaşma yaptı diye ortalık ayağa kaldırılıyor. Yunanistan sorununda yıllardır yapılan ihmaller unutuldu, yeniden tepişme yaşanıyor, milliyetçilik köpürtülüyor. Dış politikanın tümüyle iç politika malzemesi haline getirildiğini tüm dünya gördü, bu nedenle caydırıcılığımız kalmıyor.
İçeride Cumhurbaşkanlığı adaylığı sırasında her türlü belden aşağı darbeyi vurdukları Muharrem İnce’ye, şimdi kişisel hırsı nedeniyle CHP’yi bölmeye yeltenmesi üzerine, tüm koalisyon ortakları tarafından övgüler düzülüyor. Ekonomik ve diplomatik fiyaskolar görülmesin diye İnce, gündem yapılıyor.
Ama artık mızrak çuvala sığmıyor…
Cumhuriyet / 15.08.20