Dünya Ticaret Örgütü’ne göre 2020’de dünya ticaretinde yüzde 13 ila yüzde 32 arasında bir düşüş bekleniyor. İyimser senaryoya göre Kuzey Amerika’da yüzde 17,1, Avrupa’da yüzde 12,9, Asya’da yüzde 13,5 ihracat gerilemesi yaşanacakken; kötümser senaryoda bu oranlar sırasıyla yüzde 40,9, yüzde 32,8 ve yüzde 36,2’ye kadar çıkabilecek.
Dünya ticaretindeki yavaşlamanın Covid-19 kaynaklı nedenlerinin başlıcası, küresel tedarik zincirlerinin (global supply chains) tek bir halkasındaki aksamanın tüm üretimi olumsuz etkileyebilmesi. Bu durum ise tedarik zincirlerini sadeleştirme, üretimi ülke içine veya yakın coğrafyalara çekme eğilimini güçlendiriyor. Ayrıca ekonomik durgunluğun tüm küresel ekonomiye yayılmış olması, tek tek ülkelerin ihracatı artırarak durgunluğu aşma çabasını da boşa çıkarıyor.
Küresel tedarik zincirlerinde üretimin değişik aşamaları farklı ülkelerde gerçekleştirilirken, çoğu firma ara mamulleri tam zamanında ( just in time ) teslim sistemiyle elde ediyor. Yalın stok tutma eğiliminin finansman maliyetini aşağı çektiği, verimliliği artırdığı düşünülüyor. Ne var ki, kritik parçaların tedarikindeki aksamalar üretimin tamamıyla durmasına yol açabiliyor. Covid-19 salgını sürecinde bölgesel karantinalar, sınır kontrolleri, bazen de üretimin hiç yapılamaması kimi sektörlerde tüm tedarik zincirinin felce uğramasına neden oldu.
Özellikle kritik tıbbi malzeme ve gıda sevkiyatındaki aksama üretimi yeniden ülkeye getirme ( reshoring ), ürün arzını garanti altına alma eğilimlerini güçlendirdi. “Gıda egemenliği” kavramından daha çok söz edilir oldu.
Küresel Finansal Kriz’in hemen öncesinde küresel tedarik zincirleri toplam ticaretin yüzde 50’sinden fazlasını oluşturuyordu. Daha sonra dış ticaretteki liberalleşme eğilimlerinin zayıflaması, yatırımların canlılığın yitirmesi ile bu pay gerilemeye yüz tuttu. 2011 yılında hem Tayland’daki sel, hem de Japonya’daki deprem tedarik zincirlerinin risklerini açığa çıkardı, kırılganlıklarını ortaya koydu. Çin’de emek maliyetlerinin yükselmesi, çevresel sürdürülebilirliğin sorgulanması sonucu taşımacılığın küresel iklim değişikliğine olumsuz etkisinin anlaşılması, en son olarak da ABD-Çin ticaret gerginlikleri nedeniyle küresel tedarik zincirlerinin ağırlığı göreceli geriledi.
Konunun marksist yorumu
İsterseniz bu noktada küresel tedarik zincirlerinin Marksist bir yorumuna kulak verelim.
Monthly Review dergisinin Haziran 2020 sayısında John Bellamy Foster konuya şöyle yaklaşıyor:
Bugünün küresel emtia zincirleri veya bizim ifademizle emek-değer zincirleri, emek maliyetleri ve üretkenlik farkları göz önüne alınarak, özünde dünya sanayi üretiminin ağırlıklı olarak gerçekleştiği Küresel Güney’in yoksul ülkelerindeki düşük birim emek maliyetini sömürmek için organize edilmişlerdir. Birim emek maliyetleri Hindistan’da ABD düzeyinin yüzde 37’si, Çin ve Meksika’da sırasıyla yüzde 46 ve 43’üdür. Endonezya’da ise birim emek maliyetleri biraz daha yüksek, ABD düzeyinin yüzde 62’sidir. Bu büyük ölçüde Güney’deki aşırı ölçüde düşük, Kuzey’deki ücret düzeyinin küçük bir parçasına denk gelen ücretlerden kaynaklanmaktadır. Hal böyle iken çok uluslu şirketlerin kuralları çerçevesinde, Küresel Güney’deki yeni ihracat platformlarındaki ileri teknoloji ile yapılan üretim, Küresel Kuzey’in çoğu bölgesindekiyle kıyaslanabilir bir üretkenlik düzeyi yakalamaktadır. Sonuçta entegre küresel sömürü sistemi Küresel Kuzey ile Küresel Güney arasında üretkenlik farklarının ötesinde bir ücret farklılığı doğurmakta, Güney’de çok düşük birim emek maliyetlerine yol açmakta ve yoksul ülkelerde üretilen malların ihracatında muazzam bir brüt kar marjı yaratmaktadır.
Foster devamla şunları vurguluyor:
Küresel Güney’de üretilen muazzam ekonomik artı-değeri Kuzey’deki gayrı safi yurtiçi hasılaya katma değer olarak yansıyor. O takdirde bunu Güney’den ele geçirilen değer şeklinde anlamamız daha doğru olur. Bütün bu yeni sömürü sistemi üretimin küreselleşmesiyle birleşince yirmi-birinci yüzyılın geç emperyalizminin derin yapısını oluşturur. Bu küresel emek arbitrajı çerçevesinde şekillenen bir dünya sömürü/el koyma sistemidir ki, yoksul ülkelerde üretilen değerin zengin ülkelere akmasıyla sonuçlanır.
Küresel tedarik zincierlerinin yapısı
İş Bankası İktisadi Araştırmalar Bölümü’nden Aslı Şat Sezgin’in hazırladığı “Korona Salgını Sonrasında Küresel Tedarik Zincirleri ve Türkiye” raporuna göre küresel tedarik zincirine dahil olan firmalar arasında ileri (forward) ve geri (backward) olmak üzere iki yönde bağlantı kurulmaktadır. Hammadde ve girdi ihraç eden firmaların nihai üretici ile kurduğu bağlantı “ileri yönlü” olurken; nihai üretici açısından değerlendirildiğinde tedarikçilerle kurulan bağlantılar “geriye dönük” olarak tanımlanmaktadır.
Yine aynı rapor, ileriye dönük katılımın bir ülkenin diğer ülkelerin ihracata yönelik üretimlerindeki katma değerinin payını; geriye dönük katılımın ise bir ülkenin ihracata yönelik üretimindeki yabancı katma değeri ifade ettiğini belirtiyor. Böylelikle arz yönlü şoklar tedarikçi sektörlerden nihai üretimi gerçekleştiren sektöre doğru yayılırken, talep yönlü şoklar ise söz konusu sektöre girdi sağlayan sektörlere geriye doğru yansıyor. Koronavirüs salgınında arz ve talep şoku eşzamanlı yaşandığı için küresel ticaret üzerindeki etki bu denli şiddetle hissediliyor.
UNCTAD 2020 Ticaret Kalkınma Raporu ise tedarik zincirlerinin tam küresel sayılamayacağını, temelde üç merkezde yoğunlaştığını söylüyor. Bu üç bölgesel arz merkezi, Almanya etrafında Avrupa, ABD etrafında Kuzey Amerika ve Çin etrafında Asya’dır.
Gerçek küresel değer zincirleri ancak tekstil ve hazır giyim gibi emek yoğun sanayi sektörlerinde gözlemlenebiliyor. Enformasyon ve iletişim teknolojisi gibi teknoloji yoğun sektörlerde ise Avrupa, Kuzey Amerika ve Asya ekseninde üretim yapılıyor.
Gelişmekte olan ülkelerin (GOÜ) düşük-üretkenlik düzeyinde montaj hatları bir yandan gelişmiş ülkelerdeki imalat sanayi işçilerinin ücretlerini baskılarken, GOÜ’lerde ise işçiler ile sermaye sahipleri arasında gelir farklarının açılmasına neden oluyor. Bu gelir uçurumu büyük ölçüde çok uluslu şirketlerin en az üretken aktiviteleri GOÜ’lere aktarırken, bilgi ve sermaye yoğun aktiviteleri kendi merkez ülkelerinde tutmasından kaynaklanıyor.
Dijital teknolojilerin yaygınlaşmasının, üretim öncesi aşamalar Ar-Ge ve tasarım yanında, üretim sonrası aşamalar pazarlama ve müşteri ilişkilerinin az sayıda gelişmiş ülkede kalmasını iyice sağlamlaştırılacağı düşünülüyor. Böylelikle katma değerin artan yüzdesi bu ülkelerin eline geçecek. Katma değer özellikle ABD’li büyük dijital şirketler ve küresel platformlarda yoğunlaşacak. Üretimin yeniden ülkeye getirilmesi halinde de GOÜ’lerin düşük-becerili işçileri gelişmiş ülkelerdeki robotlarla ikame edebilecek.
Ülkenin küresel tedarik zincirlerindeki konumu
İşte bu bilgiler ışığında Aslı Şat Sezgin’in raporunun Türkiye bölümüne odaklanabiliriz. OECD verilerinden aktarıldığına göre ileri doğru katılımın geriye doğru katılımdan büyük olması küresel değer zincirlerine dâhil olarak bir ülkenin elde edebileceği net kazancı gösteriyor. Bu anlamda Türkiye 1 noktasına yakınsamış, diğer bir ifadeyle küresel ticaretten net kazanç etme doğrultusunda başa baş noktasına ulaşmıştır.
OECD verileri incelendiğinde, 2015 yılı itibarıyla Türkiye’de geriye dönük değer zincirlerine katılımın yüksek olduğu sektörlerin elektrikli aletler, kok kömürü ve rafine edilmiş petrol ürünleri ile otomotiv sektörleri olduğu görülüyor. İleriye dönük katılımda ise bilgisayar, elektronik ve optik ürünler, diğer ulaşım araçları, makine ve teçhizat ile kimyasal ürünler sektörleri öne çıkıyor.
Böyle bakıldığında Türkiye ihracatında ağırlıklı otomotiv, elektrikli aletler gibi sektörlerde geriye dönük katılım yüksektir. Bu bilgiler aynı zamanda Berat Albayrak’ın “rekabetçi kur” tezini boşa düşürmekte, kur arttıkça ithalat faturası da kabarmaktadır.
Buna karşın bilgisayar, elektronik ve optik aletler ile diğer ulaşım araçlarında net kazancın yüksekliği söz konusu sektörlerde ileriye dönük katılımın hızlı bir şekilde artmasından kaynaklanmıştır. Ne var ki tüm bu sektörlerin ihracattan aldıkları pay sınırlıdır.
Rapor Türkiye’nin AB ve Ortadoğu pazarlarına yakınlığı ve stratejik konumunun hem tedarikçi hem de nihai ürün üreticisi endüstrileri ile güçlü bir ticaret ağı oluşturabilecek potansiyelde olduğu değerlendirmesinde bulunuyor. Ancak Türkiye tüm bu avantajlarını giderek batağa saplanan dış politika çizgisi nedeniyle heba ediyor.
En son açıklanan Eylül 2020 dış ticaret verileri, bir kısım medya tarafından “ihracat rekoru” diye pazarlansa da aslında çok tehlikeli bir gidişe işaret ediyor. Çünkü Eylül’de ihracat 16 milyar dolar olurken, ithalat 20,9 milyar dolar olarak gerçekleşti. Dış ticaret açığı eylül ayında geçen yıla göre yüzde 193 artışla 4,9 milyar dolara yükseldi. Yılın ilk 9 ayının dış ticaret açığı ise 37,9 milyar dolara ulaştı. Bu daha geçen hafta açıklanan Yeni Ekonomi Programı’nda öngörülen 38,1 milyar dolara hemen hemen eşit. Diğer bir ifadeyle bir hedefin daha tutmayacağı şimdiden anlaşılmış gibi. Aynı zamanda bu rakamlar Türkiye’nin dış ticaretinin pandemi ortamına uyum sağlamaktaki başarısızlığını da ortaya koyuyor.
BirGün / 06.10.20