Gabriel Garcia Marquez'in Kırmızı Pazartesi romanı herkes tarafından bilinen, beğeniyle okunan, dünya edebiyatında hak ettiği yeri bulan kısa, aynı zamanda dev bir eser. Toplumsal değer yargılarının, önyargıların neden olduğu cinayeti olağandışı bir anlatımla, yani büyülü gerçeklikle anlatır. Romanın kurgusunun veya büyülü anlatımının güçlü olmasının yanında benim yazıma konu olmasının daha farklı sebepleri var. Öncelikle bir cinayet romanı. Hem de kasabanın gözlerinin önünde alenen işlenmiş bir cinayet.
Marquez, çocukluğunu geçirdiği kasabada işlenen bu cinayet üzerinden kasabanın kutsadığı "bakirelik" değer yargısına toplumsal ahlak anlayışını, toplumsal vicdanı, din kurumunu ve yargının adalete olan yaklaşımını da ilintileyerek sosyolojik bir tahlil yapar.
Nazarımda eserler arasında Kırmızı Pazartesi bambaşka bir yere sahip. Yıllar önce ilk okuduğumda benim üzerimdeki etkisi bugünkü gibi olmamıştı. Kimi eserler belleğimizde yer edinmiş tortuları harekete geçirince anlatılanları kendimizden sayarak akrabalık bağıyla farkına varmadan esere bağlanmış oluruz. Çünkü insan evladı çoğu zaman kendinden uzaklaşmak için okuma yolculuğuna çıkmaya niyet etse de dönüp dolaştığı yer yine kendine ait dünyasıdır.
Marquez, yarattığı karakterlerin ruhsal, psikolojik tepkilerinin toplumumuzla olan benzerliğiyle vicdan, adalet, önyargı, öteki, din, gibi hemen hemen her toplumu ilgilendiren evrensel meseleleri de irdeleyerek aramızdaki mekânsal ve zamansal uzaklığı sıfırlamayı başarır.
Kolombiya gibi bizden kilometrelerce uzakta olan bir toplumda yaşanan cinayetle yedinci yılına girmek üzere olan bir cinayetin benzerliklerini yazmaya çalışacağım. Tabii ki 28 Kasım cinayetini. Kırmızı Pazartesi'yle, birçok veçhe ile bizim cinayetimiz arasında benzerlikler var. Bu nedenle Kırmızı Pazartesi eserinden mülhem bizdeki kurgusal suikasta Kırmızı Cumartesi diyeceğim. Kurgusal diyorum çünkü suikastların da hedeflerine ıskalamadan ulaşabilmeleri için iyi bir kurguya, iyi bir senariste ve iyi oyunculara muhtaçlıkları söz konusudur. Güçlü olay örgüleriyle, yetenekli kahramanlarıyla, neredeyse hiçbir zaman çözülemeyen katmanlı yapılarıyla önemli birer sanat eseridirler aslında. Toplumun her bireyinin seyretmek zorunda bırakıldığı film -ki genellikle seyircilerin filmin sonunda kendi paylarına çıkaracakları ibretlik mesajlar hedeflenir- ülkenin bir ucundan diğer ucuna gerili kara bir perdeye yansıtılarak oynanır. Bizdeki Kırmızı Cumartesi de başarılı ve ödülü hak eden bir eserdir, diyebiliriz.
Kırmızı Pazartesi romanında kasaba halkı, Santiago Nasar'ın katledilmesi karşısında kâh bilinçli kâh işleneceğine ihtimal vermeden susmayı yeğleyerek muz bahçelerinin içinden pırıl pırıl geçen şubat ayının bir sabahında katillere şerik olurlar. Kırmızı Cumartesi cinayeti ise uzun sürecek bir kışa göz kırpan sonbaharın sabahında işlenir. Alenen işlenen cinayet sonrası harabeye dönmüş şehrin sokaklarında, mahallelerinde soğuk ve sert korku iklimi hakim olur. Çektirilen acılar, yapılan zulüm, yağan karın altına saklanmaya çalışılır. Kırmızı Cumartesi cinayeti sonrasında şehirde buzların erimesini beklemek dışında yapılacak bir şey kalmamış gibidir.
Santiago Nasar'ın annesi aradan yirmi yedi yıl geçmesine rağmen oğlunun gördüğü rüyayı çok net hatırlayarak şöyle anlatır. "Bir hafta önce de rüyasında badem ağaçlarının arasından uçarken dalların hiçbirine çarpmadan geçip giden yaldızlı kâğıttan yapılma bir uçağın içinde tek başına oturduğunu görmüştü." (s.11)
Evet, Santiago ölmeden önce annesine anlattığı rüyada yalnızdır ve yolu badem ağaçlarının arasından geçer. Anlattığı bir rüyadır sadece. İster rüyasını tabir etmeye çalışalım ister Marquez'in yalnızlık vurgusu ve badem ağacı metaforu ile bize bir şeyler hissettirmeye çalıştığı sonucunu çıkaralım, Santiago henüz yirmili yaşlarının başında, gencecik bir delikanlıdır. Santiago Nasar, baharın yalancı güneşine aldanan, yapraklarını erken döken bir badem ağacıdır. Kasabalının vicdanı ve katiller karşısında yalnız bırakılan, kasabaya sonradan göç eden muhacir Arap bir ailenin çocuğudur. Kasabalının nazarında "öteki" olandır. Annesi onun narinliğini tarif ederken insanın içinin acımaması mümkün mü? "Yalnızca duru suyla yıkanmış beyaz keten giysisi vardı üstünde, çünkü teni öyle narindi ki kolanın hışırtısına hiç dayanamazdı." (s.14)
Santiago'nun üzerinde beyaz keten giysi vardır. Romanda biz okurlar Santiago Nasar'ın suçlu olup olmadığına delalet edecek bir emare bulmanın zorluğuyla karşılaşsak da beyazlığa saflık ve temizlik anlamlarını yükleyerek Santiago Nasar'ın günahsızlığının ipuçlarını bulabiliriz.
Kırmızı Cumartesi günü de Tahir'in üzerinde açık renk ceket ve açık renk gömlek vardı. O, her ne kadar rüyasında badem ağaçlarını görmediyse de savaşa karşı sesini duyurma, şiddetsiz bir toplumun inşası için ve kendisinden birkaç metre ötede ölüme gönderilen insanların yaşaması için savaşı durdurma tahayyülü vardı. Kırmızı Cumartesi romanında rüya gören, toplumun kendisidir aslında. Dünün günahlarından arınarak geçmişle yüzleşileceğine, barışın tesis edileceğine, çözüm sürecinin devam edeceğine inanan bir şehrin kâbusla sona eren rüyası.
"Santiago Nasar kendi doğası gereği neşeliydi, barışçıldı, açık yürekliydi" (s.15). Kırmızı Cumartesi sabahında da savaşı devam ettirmek isteyenlerden çekinmeden çatışmasız, savaşsız bir dünya talebi açık yüreklilikle dile getirilmişti. Santiago Nasar'ın göz göre göre gelen felaket karşısındaki yalnızlığının bir benzeri Kırmızı Cumartesi günü de yaşanır. Cam gibi şeffaf bir boğazdan çıkan inançlı bir çığlığın boğularak hırıltıya dönüştürülen bir sesin yalnızlığı.
"En sonunda bıçaklarını bileğitaşına sürterek tiz bir ses çıkartmışlar, sonra Pablo kendininkini lambaya doğru kaldırarak çeliğin nasıl parladığına bakmış. 'Santiago Nasar'ı öldüreceğiz' demiş." (s.51) "Pedro Vicario: Yalnızca öldürmek için onu arıyoruz da…" (s.53). İkiz katiller geçtikleri her sokakta Nasar'ı öldüreceklerini alenen söylemekten çekinmemişler.
Avukat cinayetin namus uğruna meşru müdafaa olduğu tezini savunur ve mahkeme heyeti tarafından kabul görür. İkiz katiller, herkesin gözleri önünde alenen işledikleri cinayet suçundan hak ettikleri ceza ile cezalandırılmazlar, çünkü katillerin değil, toplumun kutsalına zarar verenlerin cezalandırılması gerektiği inancı ağır basar. Santiago Nasar, kutsal sayılan bekâret tabusuna dokunduğu varsayılarak toplum nazarında suçlu ilan edilmiştir. Kutsallık ve tabunun önem arz ettiği toplumlarda kişilerin sorgusuz sualsiz suçlu ilan edilmesi gayet sıradan bir davranıştır. Hukukun geçer akçe olmadığı toplumların yargıçların da, toplumun kültürü haline gelmiş sıradanlaşmış bu zihniyetten kendilerini kurtaramadıkları müddetçe verecekleri hükümlerde tarafsız ve objektif olmaları beklenemez. Kasaba halkı sessiz kalarak yargı da katillere hak ettikleri cezayı vermeyerek aslında Santiago Nasar'ı cezalandırmışlardır.
İşledikleri cinayet kilise tarafından da masum gösterilmeye çalışılır. Peder Carmen Amador karakteri, dini otoriteyi temsil etmesi açısından önemlidir. Cinayeti işledikten sonra "Onu bilinçli olarak öldürdük. Ama biz masumuz" demiş Pedro Vicario. Peder Amador "Belki Tanrı katında öylesinizdir" der. (s.48) Yargı ve kilise Santiago'nun katillerini koruyarak aynı cephede yer almaktan gocunmamışlardır.
Kırmızı Cumartesi kurgusal suikastı gerçekleşmeden önce Tahir'in "ifade özgürlüğü" kapsamında sarf ettiği sözler medya tarafından algı yaratılarak Santiago Nasar gibi suçlu ilan edilmiş, adeta ölümüne davetiye çıkartılmıştır. Nasıl ki Santiago öldürülmeden önce katiller sokak sokak gezerek onu katledeceklerini alenen dile getirmekten çekinmemişlerse Kırmızı Cumartesi eserinde de medya Tahir'i hedef göstermekten çekinmemiştir. Yargı, yeri adresi belli olan bir baro başkanını adeta şov yaparak gözaltına almış, televizyon kanalları günlerce altyazı haberleriyle olayı bilinçli olarak gündemde tutmaya çalışmıştır. Bu çabaların tümü ifade hürriyeti kapsamında fikirlerini ifade etmek isteyen birinin suçlu ilan edilerek topluma gözdağı vermek istenmesinden başka bir şey değildir.
Kırmızı Pazartesi romanındaki katiller üç yıllık bir cezayla adeta ödüllendirilirler. Kırmızı Cumartesi eserinde sanık olarak yargılananların tutuklanmalarına bile gerek görülmeyerek -ki yargı ufak bir kuşkunun varlığı halinde bile vatandaşları patır patır tutuklarken- beş yıllık bir aranın ardından kerhen de olsa bir yargı süreci başlatılmıştır. Adaletin tecelli edeceğine dair umutların henüz diri olduğu ilk duruşmada yargıç, atılı suçla suçlanan sanıklardan daha da suçlu gördüğü mağdur tarafın mağduriyetini anlamakta empati duygusundan uzak bir yaklaşım içinde olduğunu beden dili ile dışa vurmuş, meramın ifadesine imkân sağlamayarak salondan dışarıya atmak söylemleriyle yargının cezasızlıkla sonuçlanan cezasızlık geleneğinin devam edeceğinin maalesef ilk sinyallerini vermiştir.
Santiago Nasar'ın otopsisi peder tarafından usulen yapılır. Her şey adeta bir formaliteden ibarettir. "Peder, Salamanca'da tıp ve cerrahlık eğitimi görmüş, ama mezun olmadan papaz okuluna girmişti. Zaten belediye başkanı da biliyordu onun yapacağı otopsinin yasal bir değerinin olmayacağını, ama yine de emrinin yerine getirilmesi sağlanmıştı." (s.69) Kırmızı Cumartesi eserinde de cinayetin üzerinden bir kış geçer, yere beyaz kar dökülür, fırtınalar kopar, yağmur yerin yüzünü durmadan yıkar, sıkılan kurşunlar yer yer dolaşır (bir tek kan izi silinmez) barut kokularını esen yeller götürür, köprünün altından çok sular geçer, aylar sonra olay yeri incelemesi ve keşif yapılır. Santiago Nasar'ın otopsisi gibi usulendir her şey.
Albay Apontene, "Konuyla hemen ilgileneceğine söz vermiş ama o gece domino oynamak için randevu yazdırmaya Şehir Kulübü'ne girmiş, dışarı çıktığındaysa cinayet işlenmişti bile." (s.98) Kırmızı Cumartesi günü de olaya karşı olan kayıtsızlığın bundan eksik yanı yoktur. Ellerinde silahla etrafa kurşun saça saça kaçışan şahıslara etkili bir müdahalenin olmaması, Santiago'un öldürüleceğini bilen Albay'ın domino oyunu için randevu yazdırmaya Şehir Kulübü'ne gitmesi kadar akıl almaz ve aynı zamanda kuşkuyla karşılanacak bir tedbirsizlik örneğidir. Kırmızı Cumartesi günü silahlı kaçışmacalı, kovalamacalı film sahnelerini aratmayan ve minarenin ayakları altında kanlar içinde yatan birinin görüntüleri kamera vasıtasıyla dünyaya seyrettirilir, fakat vurulma anı-her ne hikmetse- kayıtta olan görevli polis memurunun "O anda kayıttan çıkmıştım" şeklindeki ifadesi ile konu geçiştirilmeye çalışılır.
"Santiago Nasar 'ın salkım saçak iç organlarını elleriyle tutarak kan revan içinde içeri girdiğini görmüşlerdi." (s.106). Bir insan için kutsal bir mekân varsa o da yaşadığı evidir. Santiago evinin önünde yani kutsal mekânının önünde vurulur, Kırmızı Cumartesi cinayeti de Tanrı'nın kutsal evinde işlenir. İki cinayetin mekânsal olarak benzerlikleri de birbirinden daha can yakıcıdır.
"Beni öldürdüler, Wene Hala' demişti. Son basamakta tökezlemiş ama hemen toparlamıştı. 'Hatta bağırsaklarına bulaşan toprağı eliyle silkelemek titizliğini gösterdi' dedi bana Wene Halam. Sonra saat altıdan beri açık olan arka kapıdan evine girmiş, mutfağın içine yüzükoyun yığılı kalmıştı." (s.107)
Santiago Nasar'ın bağırsaklarına bulaşan toprağı eliyle silkeleme titizliğini gösterdiği titizliğin bir aynısına Kırmızı Cumartesi eserinde de rastlamak mümkündür. Başkalarının "yaşam hakkına" sahip çıkma titizliği.
Ölmek üzere olan Santiago Nasar hiçbir şey olmamış gibi bağırsaklarına bulaşan toprağı eliyle silkeleyerek ölümü kendinden uzaklaştırma çabası içindedir. Kırmızı Cumartesi'nin son sahnesindeki "Savaş, çatışma istemiyoruz" cümlesi de ölümü ellerinin tersiyle bulunduğu yerden uzaklaştırma istemidir.
Her iki eserde de maktuller açık renk giysileriyle derin bir uykuya dalarken ötekidirler ve yalnızdırlar. Öteki olmak yalnızlık değil midir zaten.
* Kaynak: Gabiel Garcia Marquez, Kırmızı Pazartesi, Can Çağdaş Yayınları, 61.Basım, İstanbul, Ekim 2019
T24 / 21.11.21