IŞİD-Horasan, Taliban, Selefizm ve emperyalizm- Hakan Güneş

Selefi cihadizminin tarihselliğini, emperyalizmle ilişkilerini ve yapısallığını anlamadan, Taliban ve IŞİD-H’yi var eden koşullara itiraz etmeden ne kızların geleceği ne de asgari insan haklarının tesis edilmesi mümkün olacak. Tarih birebir tekerrür etmiyor ama bazı yapısallıklar yeniden karşımıza çıkıyor: Son 20 yılda tanık olduğumuz El Kaide-IŞID yol ayrımının, Taliban-IŞİD-Horasan ilişki ve mücadelesini anlamak için yaşananlara bakmak gerek.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 28 Ağustos 2021
  • 13:08

IŞİD-Horasan adlı örgüt Kabil’de bombalar patlattıkça Taliban’a hayırhah bakanların sayısı artıyor gibi. Oysa aynı müfredatın talebeleri bunlar. Selefi cihadizminin tarihselliğini, emperyalizmle ilişkilerini ve yapısallığını anlamadan, Taliban ve IŞİD-H’yi var eden koşullara itiraz etmeden ne kız çocuklarının geleceği ne de asgari insan haklarının tesis edilmesi mümkün olacaktır.

İngiliz kolonyal mirası olarak selefizm

18 yüzyıl ortalarında Osmanlı egemenlik sahasının kapsayamadığı Arabistan’ın Necd bölgesinin hâkimi olan Suud aşireti yeni selefi ideoloji ve ilahiyatın kurucusu Muhammed ibn El-Vahhab ile ittifak ederek egemenliğini pekiştirmiş, zaman zaman bölgesini genişleten bir aşiret beyliği olmuştu. Ancak Suudlar bu ittifakın asıl sonuçlarını Osmanlı’nın dağılması sürecinde toplayacaktı. İngilizlerin desteklediği hareket Abdülaziz ibn Suud liderliğinde Birinci Dünya Savaşı arifesinde Vahabi akımın yeni temsilcilerinden Faiysal El-Derviş ile ittifak ederek etki sahasını hızlıca arttırmaya başladı. Faysal el-Derviş’in Vahabi örgütünün adı İhvan idi. Osmanlı’nın bölgedeki yerel müttefikleri de Dünya Savaşı ortasında taraf değiştirerek İngilizlerle işbirliğine girdi. Osmanlı bölgeyi kaybettiğinde Vahabi-Suud’lar Necd’de krallık ilan etti. Hicaz’da ise İngiliz destekli Vahabi olmayan krallık bir süre yaşayabildi. Suudlar Vahabi İhvancıların desteği ile 1925’de Hicazı tamamen ele geçirdiler. Necd Kralı ibn Suud kendisini 1926’da Hicaz ve Necd Kralı ilan etti.

Buraya kadar kısa ve genel bir siyasi tarih anımsatması yaptık. Ancak bu andan itibaren yaşananlar bugün Afganistan’da, yakın zamanda Suriye ve Irak’ta ve genel olarak siyasal İslamcı hareketler dünyasında yaşanan bölünme, yeni oluşumlara gitme süreçlerini anlamak için önemli. Tarih birebir tekerrür etmiyor ama bazı yapısallıklar yeniden ve yeniden karşımıza çıkıyor: Son 20 yılda tanık olduğumuz El Kaide-IŞID yol ayrımının, Taliban-IŞİD-H ilişki ve mücadelesini anlamak için 100 yıl önceki deneyime bakmak çok şey anlatabilir.

Hicaz’ı Faysal El Derviş’in vahabi militan kardeşlik (İhvan) savaşçıları yardımıyla ele geçiren Suudlar diğer İngiliz Arap mandaları ve bölgelerine yönelik bir hareketten kaçındılar. Faysal ve vahabi savaşçıları Kuveyt, Irak ve Ürdün gibi İngiliz kontrolündeki sahalara yönelik eylemlere başlayınca İngilizlerle karşı karşıya kalan vahabi kral (Abdülaziz Suud) bir yol ayrımına geldi. Aralarındaki 2 yılı aşan bir mücadeleden Suudlar galip çıktı. Faysal ve yakınındakiler İngilizlerin Suudlara sağladığı yeni silahlar karşısında çok ağır ve sert bir yenilgi ile tarihe gömüldüler.

Faysal El Derviş’in Abdülaziz İbn Suud ile yaşadığı yol ayrımı birçok açıdan El-Kaide-IŞİD ayrımına ya da en son karşımıza çıkan Taliban-IŞİD-H ayrımına benziyor. Zira aralarında ilahiyat görüşü bakımından yahut hâkim oldukları topraklarda izlenecek sosyal, kültürel yahut ekonomik siyasetin şeriatı bakımından önemli bir farklılık yoktur. Aralarında bir temel fark mevcuttur: Kendi sahları dışındaki Batı hedeflerine saldırıp saldırmamak olarak özetlenebilecek yahut hilafeti ya da emirliği dünyaya yaymanın hızı ve taktiği konusunda bir ayrım olarak resmedilebilecek bu ayrışma ve mücadele kendini yeniden ve yeniden üretiyor.

Faysal El-Derviş çizgisi yıllar sonra Suudi Arabistan’da yeniden sansasyonel bir eylemle gündeme gelecekti: Cuheyman el-Uteybi liderliğinde eylemci/radikal vahabilik Mekke’ye baskın düzenlemiş, Mescid-i Haram’daki cemaati rehin almıştı. Fransız özel timlerinin yardımı ile bastırılan ve liderleri idam edilen grubun talepleri kendi ilan ettikleri Mehdi’ye (Uteybi’nin Kayınbiraderi) biat edilmesi ve ülkedeki yabancı asker ve şirketlerin varlığına son verilmesi idi.

15 asırlık İslam tarihinde ve Müslüman ağırlıklı geniş coğrafyada tarih boyunca son derece marjinal olan bu çizgi ancak 1990 sonrasında popüler hale geldi. Üstelik “ılımlı” Suudi vahabizminin finansmanı ile. ABD’nin Yeşil Kuşak projesi ve İngilizlerden devraldıkları selefi anlayışı gerekli yerlerde kullanma birikimi bu popülerleşmenin altyapısını 1970-80’ler boyunca örmüştü. Soğuk savaş bittiğinde bu gruplara duyulan ihtiyacın azalması ile bu grupların içinden radikal eğilimlerin çıkarak sadece kendi ülkelerindeki sıradan insanlara değil, bin Ladin liderliğindeki El-Kaide örneğinde olduğu gibi Batı askeri, ekonomik ve diplomatik hedeflerine de saldırmaya başlaması ile yolar bir kez daha ayrıldı.

Batı’nın emperyalist merkezleri kendilerine saldırmayanları ılımlı diğerlerini radikal olarak kodladılar. Teknik olarak doğru bir kodlama. Ancak birçok yanılsamayı beraberinde getiren bir adlandırma bu. Aralarında dünya görüşü, ilahiyat ve uygulanacak şeriatın özellikleri bakımından bir ılımlılık radikallik mevcut değildir.

Bugün Afganistan’da önce Mücahidler koalisyonunu ardından Taliban’ı yaratan, ardından Taliban ile savaşa giden ve nihayet Taliban’la kendisine saldırmaması karşılığında anlaşan Batı’nın yaklaşımını anlamak için bu süreci özetlemek gerekti.

Yine Taliban’dan kopan ve Pakistan merkezli başka radikal eğilimler ve gruplarla birleşerek oluşturulan, ardından Özbek, Çeçen, Uygur vb yabancı militanların da katılmasıyla genişleyen IŞİD-Horasan örgütünü de bu tarihsellik içine yerleştirmek gerekir.

Pakistan’ın korkunç rolü

İngilizlerin bir başka koloni sahası olan Hindistan’da Deobend şehrinde 1880’lerde kurulan ve selefizmin-vahabizmin Hint alt-kıtasındaki bir benzeri olarak ortaya çıkan Devbendiye (Diyobendiye diye de okunabilir) okulu içinde süreç içinde ortaya çıkan gelişmeler Arabistan’da meydana gelenlerle önemli benzerlikler taşıyor. Elbette farklılıklar da. Zira Suud hanedanı resmen vahabizmi benimsemiş iken Devbendiye’yi tüm bölgenin başına bela haline getirecek olan (İngilizlerden sonra) Pakistan sözde seküler ordunun vesayetindeki bir yönetim olarak biliniyor.

Hindistan’ın bağımsızlığı sürecinde Hint Müslümanlarının Pakistan devleti çatısında toplandığı düzenlemelerin geriye çatışma bırakacak en önemli kısmı Keşmir bölgesi ile ilgili idi. Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan Keşmir’in Hindistan’a bırakılmasını asla kabul etmeyen Pakistan yönetimleri öncelikle burada ulusal hareketi desteklediler. 1970’ler birlikte ise Pakistan merkezli hale gelen Devbendiye medreseleri, özellikle onun Hakkani kolundan çıkan isimler çeşitli siyasi-askeri oluşumlar ile Keşmir davasına sarıldılar. Keşmir’de palazlanan süreç Afganistan’ın solcu Demokratik Cumhuriyet olması ile yeni bir safhaya girdi. Selefi olmayan mücahit grupları hatta siyasal İslamcı olmayan aşiret beylerinin yanında ABD özellikle radikalleri destekledi. Operasyonu ABD ve Pakistan yönetti. Finansmanı Riyad ve Körfez başkentlerinden geldi.

O tarihe kadar marjinal bir dini yaklaşım iken Devbendiye, özellikle Hakkani tarikatı şebekesi bambaşka bir güce erişti. Bölgedeki geleneksel İslami geleneklere saldırdı, din adamlarını öldürdü.

Bugün Kabil’de bombalar patlatan, Taliban’ın kurmaya çalıştığı karanlık düzene bile itiraz eden zihniyet 15 asır boyunca yüzde 1’lik bir varlık bile gösterememiş bir dini yorumdur. Afganistan’ın geleneksel dini anlaşışına da aykırıdır, Afgan halkının fırsat buldukça çiçeklenen özgürlük anlayışına da.

Şimdilerde yaygınca servis edilen IŞİD-H’yi gösterip Taliban’a razı etme yaklaşımının tuzağına düşmemek gerekir. Keza selefi ideolojinin resmi müfredat haline getirilip yaygınlaştırılmasının IŞİD-H’den bile tehlikeli olduğunu anımsamak gerekir: 3 ya da 6 bin kişilik IŞİD-H ile mücadele 40 milyonluk Afgan halkının çocuklarına zorla öğretilecek selefizmle mücadeleden daha zor değildir.

Çıkış elbette var!

40 yıldır ne huzur ne refah ne de sulh yüzü görmemiş Afganistan halkı kendi göbeğini kesecek basirettedir. Yeter ki kedinin fareyle oynadığı gibi bu halkın evlatlarını bir o selefi örgüte, bir bu selefi örgüte sevkeden emperyalist müdahaleler olmasın. Uluslararası kamuoyuna düşen kendi ülkelerinin bu karanlık oyundaki kirli rollerine değinmesi, bunu teşhir etmesi ve giderek bir yaptırım yaklaşımı geliştirmesidir.

Selefi ideolojiye verilen destek kesilirse, Suudi vahabi şebekelerine, Pakistan’ın Hakani şebekesine verilen destek kesilirse bir yılda değilse bile 10 yılda sorunun yarısı çözülmüş olur.

Evet bu kadar basit ve bu kadar zor.

BirGün / 28.07.21