Gazze haftalardır bombalanıyor. Dünyanın gözü önünde İsrail’in kanlı saldırıları aralıksız devam ederken, yine dünyanın gözü önünde Filistin halkı için timsah gözyaşları dökme eylemi kendini tekrar ediyor. Oysa Gazze’liler 2006 yılından beri abluka altındalar, ama İsrail ne vakit katliamlarında yeni bir çizgiyi aşsa, Filistin halkına yapılan zulüm düşer akıllara ve zoraki hamasetler dökülür. O an akla İsrail’in zulüm politikaları gelir ve “zulüm gören ümmet” hatırlanır.. Oysa Filistin’de ölen insanlıktır ve sadece kısa aralarda hatırlanan Filistin halkı 73 yıldır ölürken, şu anda “ümmete liderlik etme” hevesine kapılanlar, bu süre boyunca katledenin hep yanındadır, hep müttefiki olmuştur.
Böyle nakaratlar yaşanmadı mı? Bir çakıl taşı dahi fırlatamadıkları İsrail ile ekonomik, askeri, siyasi ilişkilerini daha da ilerletme arayışının peşinde olurlar, “sermayenin ırkı, dini olur mu?” diyerek. Ta ki Filistin halkı yeniden toplu katliamlara uğrayana kadar… Sonra yine “ümmet” hamasetine gelir sıra ve bu böyle devam eder.
Gazze bombardımanı tüm şiddetiyle devam ederken Türkiye, İslam İşbirliği Teşkilatı'nın toplantısına tutundu. Suudi Arabistan’ın talebiyle sanal ortamda gerçekleştirilen toplantı öncesi Türkiye, “Filistin için acil toplanma” çağrısı yapıldığını duyurdu. Ama toplantı kapalı gerçekleştirildi. Toplantı öncesinde bu kadar aciliyet havası estirilince, insan gerçekten İsrail’e haddini bildirecek kararlara imza atacaklarını ve hatta hemen harekete geçeceklerini zanneder. Oysa çıka çıka “İsrail’e kınama” çıktı. Ardından Türkiye Dışişleri Bakanı, BM’ye Kudüs’e uluslararası koruma gücü teklifi götürme” kararını duyurdu. Hatta Gazze saldırılarının görüşüleceği İTT toplantısının kapalı yapılacağı duyurulduğunda, Filistinli yazar Abdulbari Atvan’ın şöyle bir ironik göndermesi oldu: “İTT toplantısını kapalı yapıyor, sanki Tel Aviv’e askeri çıkarma yapacaklarmış gibi!..” Oysa “uluslararası koruma gücü talep etme” girişimi dışında bir şey yok. Bir de Çavuşoğlu’nun demesine göre, bunun için “ümmet” Türkiye’nin liderlik etmesini istiyormuş?
Doğal olarak “hangi ümmet bunu istiyor” sorusu akla gelir, ama daha önemlisi şu ki, Filistin topraklarında yaşananlar bir dinler arası savaş değildir. Bunu Müslüman-Yahudi savaşına indirgemek, tam olarak ırkçı İsrail rejiminin yapmaya çalıştığı gibi meseleyi bu düzleme sıkıştırmaktır. Ve İslamcıların hizmet ettiği şey de tam olarak budur. O yüzden Cerrah’taki haftalardır devam eden zorunlu tehcire ses çıkarmayıp Mescid-i Aksa’nın hedef alınmasıyla birlikte ortalığa dökülmeleri bundandır. Zira bu kesimin insanlığın katledilmesine karşı değil, sadece “kutsallarımıza dokundurmayız” hassasiyetiyle ayağa kalktıkları biliniyor!.. Netanyahu’nun tam da istediği gibi… Çünkü Netanyahu, iktidarı boyunca Siyonist saiklerle hareket etti, ırkçı ve radikal dinci Yahudi tabanı pekiştirme politikasına tutundu hep.
Bu bağlamda Şeyh Cerrah’ta Filistinli Arapların evlerini işgal etmeye kalkışan yahudilerin ırkçı söylemleri kulaklardan gitmiyor. Sosyal medyada paylaşılan videolardan birinde İsrailli bir genç kadın şunu söylüyordu: “Burası benim topağım, çünkü bunu bana Allah verdi!” Netanyahu’yu ayakta tutan, onun etnik soykırım politikalarına sımsıkı tutunmasının gerekçesi olan kesim bunlardır, “Yahudilere vadedilmiş topraklar” olarak bakıyorlar, Filistin halkının kök saldığı mahallerelere, köylere… İsrailli gencin gayet inanarak söylediği bu sözler bana Leyla Halid’in bir söylemini hatırlattı. Filistin direnişinin efsanesi Leyla Halid, 2014 yılında Ankara’da katıldığı bir panelde şunları söylemişti: “Bu topraklar bize vadedildi diyorlar. Sanki Allah emlakçı ve kendilerine tapu dağıtıyor!” Filistin topraklarında olan her şeyi dinler arası çatışmaya indirgeyen her zihniyetin varacağı yer burasıdır.
Hal böyleyken de sormak gerekir yine, hangi ümmet Türkiye’nin liderlik etmesini bekliyor? İslam İşbirliği Teşkilatı’nın 57 üyesi var. İsrail’in on yıllardır sürdürdüğü tehcir ve ilhak politikaları karşısında İİT’nin hiçbir üyesi bu işgalci devletle ilişkilerini askıya almış değildir. Tersine, İsrail’le normalleşme anlaşması imzalayarak Filistinlilerin yarasına sadece tuz basanlar bu teşkilatın üyeleridir. Trump’ın İsrail’in güvenliği için adeta bir sigorta niteliği taşıyan projesine ilk eş başkanlık eden Suudi Arabistan da bu teşkilatın üyesidir ve son toplantıya başkanlık edendir. Suud veliaht prensi Muhammed bin Selman’ın Trump’ın gazıyla Filistin devlet başkanı Mahmut Abbas’ı Riyad’a çağırarak İsrail’in istediği bir ‘barış’a rıza göstermesi için tehdit ettiğini hatırlayalım. Zamanlar büyük bir öz güvenle mafyatik yöntemlere başvuran MBS’nin Mahmut Abbas’tan istediği şeyler de unutulacak gibi değil. Yurtsuz bırakılan sürgündeki Filistinlilerin geri dönüş davasından vaz geçilmesini istedi, buna karşılık bulundukları ülkelerde Filistinlilere vatandaşlık verilmesi garantisi sundu Abbas’a. Yetmedi, Filistin direnişinin de silahsızlandırılarak tasfiye edilmesini istedi.
Suudi krallığının Filistinlilerden istediği şey, tam anlamıyla Filistin davasının tasfiyesidir. Gittikleri yerlerden geri dönüp de İsrail’in başını ağartmasınlar, ne zaman canı çekerse İsrail bombalasın ama karşısında kimse direnmesin!.. Şimdi bu mu Filistin’in yarasını sarmak için ayağa kalkan ümmet? Keza Filistin’in satışına onay almak üzere Trump’ın damadının düzenlediği Filistin çalıştayına ev sahipliği yapan Bahreyn mi ümmet? Üstelik Türkiye’ye “hadi bize önderlik et” diyecek kaç ülke var teşkilattta? Katar ve birkaç Asya ülkesi hariç hepsinin Türkiye ile düşmanlığı var. Kaldı ki, Suriye’nin üyeliğini askıya aldıkları Ağustos 2012’den beri hepsinin ortaklaştıkları tek çizgi, Suriye düşmanlığıdır. Bunun da Filistin davasına ne çok şey kaybettirdiğini artık bilen biliyor. Arap ligi desen, keza o da öyle. Bölgede yıkımına karar verilen bir ülke oldu mu, Arap liginde parmaklar havada. Suriye ve Libya’da olduğu gibi, ama Filistin için parmağını kıpırdatacak mecali yok.
Hal böyleyken doğal olarak gözler, kendi kendini “ümmetin lideri” olarak görmeye devam eden Türkiye’ye çevrildi. Çavuşoğlu’nun Filistin için “ümmet bizden adım atmamızı bekliyor” dediği son çağrısından bölge halkının ne anlam çıkardığı önemlidir. Lübnanlı yazar Muhammed Nureddin, Türkiye’nin İsrail karşısında hiçbir zaman sözden eyleme geçemediğine inanıyor ve özellikle lafını çok ettiği “Gazze kuşatmasına yardım” ile ilgili Mavi Marmara vakasını hatırlatıyor. Şöyle diyor: “Türkiye İsrail’in politikalarını protesto etmek için zaman zaman İsrail büyükelçisini çağırıyor. Ancak İsrail ile ilişkileri normalleştirmek ve 9 Türk'ün öldürüldüğü Marmara olayını bitirmek için 27 Haziran 2016'da bir anlaşma imzalaması herkesi şaşırttı. Bu anlaşmadaki en önemli husus, Türkiye'nin Gazze Şeridi'ndeki kuşatmanın kaldırılması şartından vazgeçmesi ve Türkiye'deki bazı Hamas liderlerinin hareketlerini kısıtlamasıdır. İsrail yeni yerleşimci faaliyetlerini devam ettirirken Türkiye-İsrail ilişkileri gerilemedi, aksine hep genişlemeye devam etti. Hatta Batı Şeria'yı ilhak planının onaylandığı 2019 yılında karşılıklı ticaret hacmi 6 milyar dolara yaklaşmıştı”[1] Şimdi daha da fazla…
TUİK verilerine göre 2020 yılında Türkiye, İsrail'e 4,7 milyar dolarlık ihracat yaptı. 2021'in ilk dört ayında ise Türkiye'nin İsrail'e ihracatı, 1,9 milyar dolara yükseldi ve İsrail bu dönemde Türkiye'nin en çok ihracat yaptığı 8. ülke oldu.[2] Daha da kritik olanı söyleyelim: Türkiye'nin İsrail'e ihraç ettiklerinin içinde ilk sırada yer alan ürün, demir ve çelik, sonrasında ise çimento bulunuyor. Bu ne anlama geliyor? İsrail, Filistin halkını yerinden etmek için sürekli yeni yerleşim birimleri inşa ederken, bu inşaatların demiri de çimentosu da Türkiye’den. Ama sorsanız, “Filistin denince ciğerlerinden ses gelir” miş!...
Başka deyişle, AKP karşılıklı ekonomik, askeri, siyasi ilişkilere halel gelmesine izin vermez, ama “İsrail’e haddini bildirmek” için çağrı üstüne çağrı yapabilir. Bir de Kudüs’ü İsrail başkenti olarak atayan Trump’a sözde itiraz eden, öte yandan “İsrail’in başkenti Kudüs’e hoş geldiniz” kaşılamasına “hoş bulduk” yanıtını veren bizzat AKP lideri Erdoğan’dır. Ama şimdi aynı AKP Kudüs’e uluslararası koruma gücü talep ediyor. Hatta Kudüs’e asker gönderme gönüllüsü!..
Bu niyetle ilgili Arap basında çıkan yorumlardan bir kaçına bakmak gerekirse, çoğunlukla Erdoğan’ın Müslüman Kardeşler Hareketi üzerinden kendini İslam aleminin doğal lideri olarak gördüğüne ve bu İslamcı kesim üzerinden Osmanlı ihtişamını yeniden canlandıracağına inandığını söylüyorlar. “Açıktır ki, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İsrail ile tam ilişkileri olmasına rağmen kendisinin Kudüs'teki Müslümanlar tarafından (özellikle Sünniler), Yahudi devletinin kontrolüne karşı haklarının koruyucusu olarak kabul göreceğine inanıyor. Müttefik olduğu İslamcıların etkisini artırmak için onların ülkelerinin iç işlerine kötü bir şekilde müdahale etti. Ve bunu yaparken İslam dünyasını, halkların çıkarlarını korumaya meraklı olduğu konusunda ikna ettiğini düşünüyor…O yüzden geçen yıl TBMM'nin açılışında Erdoğan, tüm uluslararası forumlarda ülkesinin Filistin davasını savunmasından gurur duyduğunu ifade ederek, "Kudüs bizim şehrimizdir" dedi. Bu çıkış Erdoğan'ın Osmanlı tarihini hatalı yorumlamasından kaynaklanıyor. Çünkü imparatorluğa tabi olan hem Müslüman hem de gayrimüslim halklar meseleye farklı açılardan bakardı, ama Erdoğan, sadece İslamcılık merceğinden bakıyor. Bu yüzden Arap ülkeleriyle ilişkilerinde en ufak bir diplomatik standart gözetmeden hareket ediyor. Özellikle başkanlığını yaptığı İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi'nin popülerliği son iki yılda gerilemeye başladıktan sonra, her fırsatta kendini İslam dünyasının lideri olarak göstermeye ve buna mukabil içeride puan yükseltmeye çalıştı. Dış politikada her sözünde ve her eyleminde tepkiyle karşılanmayı bilerek fırtınalar kopardı. Ama bu tutum onu yalnızlaştırıyor da. Arap siyasetçiler Erdoğan'ı kafa karışıklığı yaratarak kendi imajını parlatmakla suçladılar. Özellikle Müslüman Kardeşler, Hamas ve Suriye'deki cihatçı gruplar gibi İslamcı hareketlere verdiği destek nedeniyle Türkiye'nin politikasına güvenmiyorlar.”[3]
Şimdi “ümmet” derken, Türkiye’nin önderliğini isteyen bu ihvancılar mı? Eğer öyleyse, onca iflastan sonra hala ihvan kardeşliğine tutunma siyaseti, bir kez daha iflasın dibini tattıracak demektir. Çünkü İhvan yüzünden Türkiye’ye herkes tutum aldı. Bunların başında Suudi Arabistan ve Mısır geliyor. Ama bölgedeki diğer tüm ülkelere, Ankara ile ilişkilerini kesme çağrısında buldular ve bu çağrının karşılık bulduğu görüldü. Şimdi de Türkiye’nin ne Kudüs için yaptığı çağrıya dönüp bakarlar, ne de ateşkes için arabuluculuk yapma niyetine kapı aralarlar. Peşinen bu rolü Mısır üstlendi zaten. Fransa-Mısır-Ürdün üçlüsü, hem ateşkes sürecini yönetmek hem de Gazze’deki yıkımın imarı için BM nezdinden somut adımı attılar. Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah el Sisi, Gazze’nin yeniden imarı için 500 milyon dolarlık yardım sözü verdi.
Peki bu durumda Türkiye ne yapabilir? Görünüşe göre “iyi nutuk çekmek” dışında hiçbir şey!.. Evvela Gazze kuşatmasını kırmak için yola çıkarılan ve yolculuğu bir felaketle sonlandırılan Mavi Marmara davası paraya tahvil edildiğinden beri durum böyle. Bu anlaşmada Gazze’ye uygulanan ablukanın kaldırılması talebinden vaz geçildi. Şu anda dünyanın gözü kulağı Gazze’de olduğu halde, BM ve diğer uluslararası kuruluşlar Gazze’ye İnsani yardım ulaştırmak için İsrail’in lütfedip izin vermesini bekliyorlar. Ama Suriyeli cihatçılara yardımlar su gibi akıyor. Hem de Türkiye’nin garantörlüğünde!..
Türkiye’nin himayesindeki muhalifleri destekleyen kaynaklara göre şu anda Suriye’nin kuzey batısında 113 insani yardım kuruluşu faaliyet yürütüyor. Bunların içinde yabancı kuruluşlar ve elbette ki İHH gibi, İnsani Değerler Derneği-İDD gibi Türk kuruluşlar da var. Kaynağa göre, cihatçıların kontrolü altındaki bölgeye yardım ulaştırmak için kuruluşlar, Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi-OCHA şemsiyesi altında yer alıyor ama ilk şart, Türkiye’den ruhsat almaktır. Sonra OCHA platformuna başvuruyorlar. OCHA bu kuruluşları teftiş eder ve ofislerine bakar, hazır olup olmadıklarını değerlendirir ve onaylar. Buna rağmen Türkiye'de lisanslı olup OCHA tarafından desteklenmeyen, ama Kuzey Suriye'de projelerini uygulayan kayıtsız kuruluşlar da var. [4]
Fakat Gazze’ye gelince, bütün kulaklar sağır!... Salı günü Birleşmiş Milletler Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı- UNRWA, Gazzeli çocuklar için “insani yardıma acil erişim” talebinde bulunuyor. Neden? Çünkü İsrail’in izin vermesi gerekiyor!.. İsrail’in izni yoksa, yardım da yok! Uluslararası hukuku çiğnese de bundan dolayı İsrail’e laf eden yok. Ama aynı uluslararası kuruluşlar, uyguladıkları ambargoyla Suriye halkının bir çuval buğday almasına dahi izin vermeyip, cihatçılara yardım ulaştırmaları ve oralarda projeler geliştirmeleri için 113 kuruluşa izin veriyorlar. İşte dünyanın ikiyüzlülüğünün resmi budur. Şimdi Gazze halkına uygulanan katliam ve bütün Filistinliler üzerindeki kapsamlı soykırım fiillerinden dolayı İsrail’e “sadece” kınama yollarlar. Ama dünyanın dört bir yanından Filistin direnişine destek çığlıkları akarken, bu tutumun alıcısı yok artık. AKP’nin İsrail’e yönelik “söylemde düşman, eylemde dost” tutumu da alıcı bulamaz, elde kalır!... Çünkü 73 yıldır umudunu yitirmeyen ve hep umudu büyüten Filistin halkının kararlı direnişi bu kez ikiyüzlü liderleri aşarak dünya halklarına ulaştı, sesler birbirine karıştı: Filistin direniş demektir, Filistinsiz barış olmaz!...
[1] https://al-akhbar.com
[2] https://tr.sputniknews.com
[3] https://alghad.com
[4] https://nedaa-post.com
Artı Gerçek / 21.05.21