Emekçi beden, kent ve doğa- Bahadır Özgür

Kentsel mekana, doğaya yönelik her müdahale emekçi bedene, emeğin koşullarına da müdahale anlamına geliyor. Emek hareketiyle kent ve çevre hakkı mücadelesi arasında doğrudan bir bağlantı bulunuyor.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 16 Ekim 2022
  • 10:47

Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu kitabında kapitalizmin sadece bir artı değer soygunu olmadığını, aynı zamanda bir cinayet düzeni olduğunu söylüyordu. Emekçinin yaşam koşulları, emekçinin bedenini de tahrip eden bir tür ‘yavaş ölümü’ de beraberinde getiriyordu çünkü. Buna düpedüz bir cinayet, bir ‘sosyal cinayet’ diyordu, Engels. Ve bu cinayeti sadece üretim mekanı içinde kavramıyor; işçilerin yaşadığı, yürüdüğü, başkalarıyla karşılaştığı yolları, kaldırımları, binaları izbe mahalleler ile ışıltılı semtler arasındaki zıtlığı, yani tüm bir kenti dikkate alıyordu. Kısaca cinayet mahallini tarif ediyordu. Emek-kent-doğa arasında kurulmuş kader birliğine dikkat çekiyordu.

Bugün kentsel ve çevresel yıkımları da birer cinayet olarak tarif ediyoruz. Burada emekçi bedeni ile ekoloji arasında cinayet üzerinden metaforik bir benzerlik kurmak değil mesele. Aksine aynı cinayet konseptinin sonucu olmaları bakımından bir kader birliği, bir mecburi ilişki söz konusudur. Haliyle kentsel mekana, doğaya yönelik her müdahale emekçi bedene, emeğin koşullarına da bir müdahale anlamına geliyor. Dolayısıyla emek hareketiyle kent ve çevre hakkı mücadelesi arasında doğrudan bir bağlantı bulunuyor.

İşte Türkiye’de son yirmi yıla damga vuran mega projeleri, kentsel dönüşümü, ırmakları kurutan HES’leri, ormanları, milli parkları talan eden turizm projelerini de emek üzerinde kurulan yeni tahakküm ilişkilerinin ve sömürünün artırılmasının bir parçası olarak değerlendirmeli. Sermaye daha fazla kâr edebilmek için emekle doğa üzerine aynı anda, aynı baskıyı uygulamak mecburiyetinde kalıyor. Her ikisini de aynı emek rejimine tabi kılıyor. Bir başka açıdan söylersek emekle doğa, sermaye birikiminin iki farklı veçhesinin aynı sonuçlarını yaşıyorlar. Birinde artı değere doğrudan el konulurken, diğerinde mülksüzleştirerek birikim, bir anlamda dolaylı yoldan artı değer aktarımı gerçekleşiyor.

Her şey emek rejiminde eşitleniyor

Emek rejimi fabrikadaki üretim bandının mekanizmaları, kuralları, yasal düzeni, işleyişiyle sınırlı değildir. Toplumdaki tüm emek biçimlerinin tabi olduğu bir rejimdir. Eğer işçi örgütsüz, güvencesiz kılınmışsa, toplumun ücretle çalışan geri kalan tamamı da aynı sürece tabi olur. Nitekim sermayenin kâr krizini aşmanın bir yönelimi olarak neoliberalizm, nihayetinde bunu emek rejimini değiştirerek başarabildi. Siyasetteki tezahürü nasıl ki otoriterizm olmuşsa, emek rejimi de otoriter bir karakter aldı.

Ne var ki otoriter bir emek rejiminin inşası sadece emekçi kesimin haklarını budamakla kurulamaz ve salt zor gücüyle işletilemez. Otoriter emek rejiminin esas inşası, bu rejime mahkum kılınacak ve halihazırda mahkum kılınanları mahkum kılmaya devam ettirecek bir toplumsal ‘baskı gücü’ oluşturulmasına bağlıdır. Bu da mevcut emeği değersizleştirecek düzeyde fazla emek gücü yaratılmasıyla mümkündür. Doğal nüfusun artışının üzerinde, çalışmaya hazır bir nüfusun üretilmesi şarttır. Buna ‘artık nüfus’ deniliyor ve bu nüfusun üretimi ‘doğal’ yoldan gerçekleşmez.

Engels’in ilk kez kent mekanı ile beraber kavradığı emekçilerin yaşam koşulları da kapitalizmin ilk birikim evresindeki ‘artık nüfus’ yaratma sürecinin sonucuydu. İngiltere’de 14. yüzyıldan başlayıp 19. yüzyıla kadar devam eden müşterek toprakların etrafının çevrilerek özel mülke dönüştürülmesi süreci, köylüleri topraktan koparmış ve yaşamak için çalışmak üzere kentlere sürmüştü. Devasa bir ucuz emek ordusunun yanında, yaşanan değişim muazzamdı. İlk kez yığınlar halinde kent yoksulları ortaya çıkmış, dilencilik, serkeşlik, suç vb. de artmıştı. Toplumsal, kentsel ve hatta edebi, ideolojik, hukuki sonuçları olan bir altüst oluştu bu.

Yani fabrikalarda çalışacak emekçi bedenin yaratılması ile doğanın metalaştırılması arasındaki kader birliği, ilk kapitalist birikimle başladı. Marx, buradaki değişimi ilksel birikim kavramıyla açıkladı. İlkel birikimin özünde metalaştırma, toprağın özelleştirilmesi, köylü nüfusun güç kullanılarak dışarı atılması, çeşitli mülkiyet hakları biçimlerinin dışlayıcı özel mülkiyet ilişkilerine dönüşmesi, genel hakların bastırılması, kolonyal süreçlerle doğal kaynaklar, özellikle toprağın parasallaşması dahil olmak üzere değerlere el konulması, tefecilik, borç sistemi ve son olarak kredi sistemi gibi pek çok şey vardır.

Tüm dünyada aynı anda emekçi bedenin (Pandemide çok daha açık görüldü), kentlerin, doğanın ve toplumsal ilişkilerin eş zamanlı tahribatının sebeplerini buralarda aramak lazım. İlksel birikim günümüzde, emekçi bedenle doğanın kaderinin ayrılmaz şekilde kesiştiği o ilk andan çok daha köklü, kapsamlı ve toplumun kalan kısmını da emekçileştiren, daha önce metalaştırılmamış suyu, havayı, dağları, ormanları içine alan; daha önce metalaştırılmış kentsel mekanları da imar rantları aracılığıyla yeniden metalaştırarak tekelleştiren bir mülksüzleştirme dalgası olarak karşımıza çıkıyor.

AKP iktidarının, uluslararası sermayenin yönelimlerine uygun olarak Türkiye kapitalizminde başardığı en önemli değişim de buydu. Emeği güvencesiz ve ucuz hale getiren politikalar ile toplumun geri kalan kısmını da bu sürece eklemleyecek mülksüzleştirme politikalarını birlikte hayata geçirdi. Tarımsal alana dönük yasal düzenlemeler üretici köylülüğün kalan kısmını da çözerken, buradan kentlere akan nüfuz kentsel imar rantlarından verilen küçük paylar, kredi/borç mekanizması ve sosyal yardımlarla kentlerin çeperinde, üretimden kopuk, her an yoksulluğa itilebilecek eğreti bir nüfus yarattı. İslamcı siyasetin ideolojik/kültürel/sosyal ağları, tarikatlar, dernek ve vakıflar aracılığıyla da bu kesim siyasi hegemonya altında tutuldu. Özelleştirme ile örgütlü işçi sınıfının kazanımları tasfiye edilirken, buradan gelen gelir sermayeye transfer edildi. Böylece tıkanan sermaye birikimi, birikmiş toplumsal artı değerin yeniden dağıtımıyla hızlandırıldı. Sonuçta dış finansal bağımlılığın, özelleştirmenin ve içeride de bankacılık vasıtasıyla dağıtılan kredilerin yarattığı para bolluğu enflasyon ve kuru baskılayarak hem ücretleri belli seviyenin altında tuttu, hem de göreli harcamaya dayalı göreli bir refah artışına yol açtı. Duble yollar, otoyollar, HES’ler, kentsel dönüşüm vb. inşaat faaliyetleri de ekonomik büyümenin, istihdam politikalarının ana dinamiği haline geldi. 2002-2010 arasında yaşananların en kaba özeti böyleydi. Sonuçta emekçi kesimlerin baskılandığı ama toplumun daha üst katmanlarına ağırlıklı borçlanma yoluyla bir servet transferinin yapılarak sahte refah artışına dayalı büyük bir parasal illüzyondu yaşananlar. Emekçi sınıflardan giderek ayrışan, genişleyen ve ekonomik büyümeden daha fazla pay alan bir orta sınıf illüzyonu…

Nihayetinde saadet zinciri, parasal genişlemenin kesilmesiyle tekledi; pandemi ve ekonomik krizle beraber de çöküşe geçti. Esasında son 10 yıldır aşama aşama yaşanan bu toplumsal çöküşe karşılık sermaye birikiminin istikrarı ve kâr oranlarının artırılması için emekçi üzerindeki baskı da doğa üzerindeki tahribat da aynı oranda yoğunlaştırıldı. İlki için ihtiyaç duyulan daha örgütsüz, güvencesiz ve ucuz emek kaynağı -artık nüfus- mülksüzleştirme yoluyla bu sefer köylülükten değil, toplumun farklı katmanlarından, özellikle orta sınıflardan devşiriliyor. Mülksüzleştirmenin diğer ayağı -sermayenin ilksel birikim ihtiyacı- arazi ihaleleriyle artık toprakların özelleştirilmesi boyutuna da ulaşarak kentsel ve çevresel tahribatı büyütüyor.

Son yıllarda sık tanık olduğumuz gibi grevdeki işçiler ile toprağını baraja, madene karşı korumak için çırpınan köylülerin uğradığı şiddetin aynılığı boşuna değildir. Benzer biçimde bir fabrikadaki iş cinayetiyle, Anadolu’nun ücra bir köyünde bir barajın ırmağı öldürmesi, aynı emek rejiminin işleyişinin sonucudur.

***

Berthold Brecht, 5 Paralık Roman kitabında kamu ihalelerini anlatırken, “İş hükümet sözleşmeleriyle başlar ama sonunda bir iş cinayeti gerekli olur” der. Cinayet mutlak suçtur. Peki ya cinayete yol açan, onu meşrulaştıran, hukuka dayalı imzalanmış sözleşme? Brecht’in dikkat çektiği de buydu zaten. Sonuca bakarak faili tespit etmek yanıltıcıdır. Esas olan cinayet konseptinin bütünüdür. Tam da Engels’in işçi bedenini yavaş bir ölüme götüren ‘sosyal cinayet’ dediği şeye işaret eder.

Sermaye emekçi bedeni, kenti ve çevreyi aynı değer zincirinin parçası haline getirerek seri cinayet işliyor. Dolayısıyla birinin çöküşü diğerinin de çöküşüne; birinin kurtuluşu, diğerinin de kurtuluşuna bağlıdır.

Evrensel / 16.10.2022