Tarikatların ekonomik gücüyle Türkiye kapitalizminin dönüşümü arasında esastan bir ilişki var. 50’lerdeki liberalizasyon, 80’lerdeki finansal serbestleşme ve nihayetinde neoliberal dönüşümün AKP eliyle tamamlanması… Bu ekonomik seyirde tarikatların da nasıl evrimleştiğini dikkate almayan bir yüzleşme, meseleyi dinin duygu dünyasına hapseder, onu daha da dokunulmaz kılar. Uzun süredir karşımızda “dünyanın nimetinden bir lokma, makamından bir hırka” almakla yetinecek türde yapılar yok çünkü. Devlet bürokrasisinde hâkimiyet kurmuş, toplumsal artıktan yüklü pay alan, siyasal rejimin omurgasını oluşturan bir ‘tarikat oligarşisi’ duruyor.
Tarikat tartışmalarında çoğunlukla üç ana uğrağa işaret edilir. İlki, Cumhuriyet’in erken dönemindeki yasaklar. İkincisi, 28 Şubat süreci. Üçüncüsü ise AKP’nin kayırmacı/liyakatsiz politikaları. Böylece tarikatların ‘yoldan çıkması’ ile orantısız siyasi müdahaleler arasında bir ilişki kurulur. Oysa bu yapılar, iktisadi ve siyasi rejimin, toplumsal yapının değiştirilmesinde Cumhuriyet dönemi boyunca aktif rol almışlardır.
Demokrat Parti’nin liberalizasyonu
1945’teki toprak reformu kanununun tüccar ve tarım sermayesini CHP’den koparmasının bir ürünü olan Demokrat Parti’nin (DP) iktidarında ekonomide başlayan liberalizasyonla, tarikatların güçlenmesi neredeyse eşzamanlıydı. Reformun rafa kalkmasının toplumsal sonucu, kır yoksullarının kentlere göç etmesiydi. Hizmetlerden mahrum, eğitimsiz, güvencesiz ama geleneksel bağları güçlü bu kesimlerin arasında tarikatlar kolayca yayıldı. Yeni siyasal yönelim de bunu teşvik ediyordu: Köy Enstitülerine kilit vurulması, Kuran kursları gibi kamu dışı eğitim yapılarının yaygınlaşması, Diyanet’in tarikat mensuplarına açılması ve elbette anti komünizm.
Tarikatların açık örgütlenmesi de böyle bir ortamda gelişti. Mesela, İlim Yayma Cemiyeti o yıllarda doğmuştu. AKP’nin kurucu kadrolarının çoğu Menderes döneminde göç etmiş ailelerin ilk nesil kentli çocuklarıydı. 60’lar ve 70’ler boyunca ise sağ partilerle ilişki gelişti, milletvekilliği ile bazı bakanlıklarda kadrolaşma imkânı bulundu. En önemlisi siyasal İslam’ın, Anadolu’da yeşeren yeni tüccar sermayesi ile esnaf kesimi içinde bir tabana dayanan bağımsız bir parti olarak ortaya çıkmasıydı. Siyaseten kayrılmanın getirdiği ekonomik avantajlar olsa da mali yapının ana kaynağı Almanya’ya göçen işçilerdi. Devletin birer döviz makinesi olarak gördüğü gurbetçiler, kültürel farklılığın baskısına karşı geleneksel/dinsel bağlara sığınıyor, cami dernekleri üzerinden örgütlenmiş tarikatların da eline dönüşüyorlardı. Vaazların, fetvaların vs. kaydedildiği teyp kasetlerinin, gurbetle Anadolu arasında ördüğü iletişim hattı yalnızca bir dini ideoloji inşa etmedi, aynı zamanda bir ticaret yolu da açtı. Sonradan Suudi Arabistan’ın finanse ettiği Rabıta Örgütü ile bağlantılar ortaya çıkacaktı.
Tüm bunların ulusal ve uluslararası çapta hâkimiyet kuran siyasal bir habitatın içinde cereyan ettiğini unutmamak lazım. İthal ikameci politikalarla ulusal pazarda tüccarlıktan sanayiye evrilip holdingleşmiş büyük sermayenin, uluslararası pazarlarla bütünleşme arzusu ile toplumun emekçi kesimlerinin talepleri çelişiyordu. Çelişki, 12 Mart Darbesi'nin devleti yeni baştan kurgulamasıyla çözüldü. Kontrgerilla, ülkücü komandolar, mafyatik örgütlenmeler de vardı yeni kurgunun içinde. Etnik, dini bir ayrımcılık tezgâhına sokulup, zorbalıkla paramparça edildi toplum. Ve sermayenin değişim rotasında yeniden ıslahını sağlayacak ideoloji de Türk-İslam senteziydi.
İki bela: Siyasal islam ve uyuşturucu
Küresel konseptle de uyumluydu süreç. ABD’nin ‘yeşil kuşağı’, İran Devrimi, Afganistan’da Sovyet yanlısı rejimi yıkmak için Pakistan üzerinden Taliban’ı silahlandıran ABD’nin başlattığı mücahit savaşı, bir tür siyasal İslamcı enternasyonal fikri de doğuruyordu. İki belanın aynı anda nasıl musallat olduğuna dair kaba bir şablon çizsek, şöyle olurdu: Afganistan merkezli ‘yeşil kuşağın’ güçlendirdiği siyasal İslamcılık bir yanda; oradan akan tonlarca uyuşturucunun sonucu mafyalaşma, yozlaşma ve kontra faaliyetler diğer yanda… Türkiye’ye 40 yıldır yön veren siyasetin anatomisi neredeyse bu iki omurgada şekillendi işte.
Siyasal İslamcılık ve onun en örgütlü hali tarikatların güçlenmesi ile Türkiye kapitalizminin yönetim biçiminin dönüşümü birbirinden ayrılmaz hale geliyor; tarikatların siyaseten ve iktisaden yükselişi de başlıyordu.
24 Ocak Kararlarının öngördüğü finansal serbestleşmenin ilk ürünü Suudi sermayesiydi. 14 Aralık 1983’te göreve başlayan Özal hükümetinin iki gün sonra yayımladığı kararname özel finans kurumlarına izin verilmesi üzerineydi. 1985’te Faysal Finans ile Albaraka Türk kuruldu. 89’da Kuveyt Türk, 95’te İhlas Finans, 96’da Asya Finans… Faysal Finans ve Albaraka’yı kuranlar, gurbetteki işçilere dini hizmet veren tarikat ve Diyanet imamlarının maaşlarını ödeyen Rabıta Örgütü’nün yöneticileriydi. Ortakları arasında Özal, Topbaş, Ülker, Bayraktar ve Kalyoncu gibi aileler de vardı. Uğur Mumcu’nun Rabıta kitabındaki isimlerle bugünkü isimlere bakınca, tarikat-ticaret-siyaset ilişkilerinin kesintisiz geldiğini görüyoruz. Üzerine Topbaş ailesinin öncülüğünde Albaraka’nın ortaklarının, Kiğılı, Unakıtan, Tivnikli, Sürmeli ailelerinin kurduğu Bereket Vakfı’nı bir örnek olarak ekleyelim. Özal dönemi benzer vakıflar hızla yaygınlaştı.
Dolayısıyla tarikatların ekonomik kaynakları ve siyasi pozisyonları sadece elde ettikleri kimi ayrıcalıklarla ve sadece son yıllarla sınırlı değildir. Vakıf-tarikat kabuğu aralandığında Türkiye ekonomisinin dönüşümüne paralel ilerleyen finanstan ticarete, esnaflıktan holdinglere, siyasetten bürokrasiye uzanan kapitalist bir organizma çıkar. Ve doğal olarak kapitalist bir örgütlenme kaynaklar üzerinde tekelleşme güdüsüne sahiptir. Böyle bir hâkimiyetin yolu da zor gücünü etkilemekle mümkündür; yani devleti. Müritlikten kadrolaşmaya sıçrayan eğilimi bu açıdan da değerlendirmeli.
Devleti ele geçirmek…
Nitekim 90’lardan itibaren tarikatların yoğun biçimde kurslar, yurtlar, öğrenci evleri vb. faaliyetlere ağırlık verdiğini biliyoruz. Sağ ve hatta sosyal demokrat iktidarların da desteklediği faaliyetlerin ardında yatan şey ise eğitim hizmetinin, kamusal tekel olmaktan çıkarılmaya başlanmasıydı. 28 Şubat’ın merkezine oturan zorunlu eğitim kavgası boşuna değildi. Lakin eğitimde somutlaşan kavgayı, daha geniş cephede Anadolu’da yükselen ve siyasal temsilcisine kavuşan sermaye ile geleneksel büyük sermayenin devlet iktidarı üzerindeki kavgasıyla beraber düşünmek gerekir.
İşte 28 Şubat’ın yarattığı toplumsal iklimde geniş bir emekçi kesimini de ardına almış orta ve küçük ölçekli sermayenin ile neredeyse bütün tarikatlar, iktidar uğruna AKP şemsiyesi altında konsolide oldular. Sonuç malum; devamını deneyimliyoruz. Siyasi iktidarları ve bürokrasiyi etkileyen bir konumdan, bizatihi devleti parça parça parsellemiş, kamu kaynaklarını sömürgeleştirmiş ve hatta ekonomi politikalarını belirleyen bir duruma geldiler. İnanç üzerinde kurdukları tekel, iktisadi ve siyasi bir oligarşik güce dönüştü. Haliyle tarikatlarla yüzleşmek, Cumhuriyet’i kuru bir kabuğa çeviren politikalarla, siyasi ve iktisadi rejimle hesaplaşmayı da gerektiriyor.
BirGün / 18.12.22