Türkiye 11 Eylül’de İdlib’de üç askerini bombalı saldırıda yitirdikten sonra Kürtlerin bulunduğu bölgeleri vurarak intikamın alındığına dair yanıltıcı bir mesaj verirken cihatçı gerçeğini gizliyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) onlarca askeri üsle Suriye ordusuna karşı koruduğu cihatçıların, düşmanlıklarını Türkiye’ye yöneltmekten çekinmemesi İdlib’deki açmazların altını çiziyor.
Türkiye’nin uzun bir süredir odaklandığı üç nokta var: İdlib’de Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) eliyle El Kaide ya da İslam Devleti (İD) çizgisindeki cihatçı örgütleri kontrol altında tutarak terör örgütlerinin elimine edildiği izlenimini vermek, “Suriye Ulusal Ordusu” şemsiyesi altında topladığı muhalif silahlı grupları tekrar tekrar organize ederek cepheyi sağlam tutmak ve bütün bunlarla Rusya ile Suriye’nin bölgeye yeni bir harekât geliştirmesini önlemek. Ancak bu çabalar sonuç vermediği gibi Türkiye, Soçi ve Moskova mutabakatları uygulanmadığı için İdlib’de gerilimin tırmanmasını önleyemiyor. Türkiye’nin çıkmazını tanımlayan birkaç nokta üzerinde durulabilir.
Türk askeri ve istihbarat unsurları Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekâtlarıyla kontrol edilen bölgelerde TSK’ye eşlik eden silahlı grupları düzenli orduya dönüştürmeye çalışıyor. 4 Ekim 2019’da Suriye Ulusal Ordusu’nun ilanı bu çabaların bir sonucuydu. Fakat bu şapkayı kullanan örgütler kendi özerkliklerini korumaya, paylaşım kavgasıyla birbiriyle çatışmaya, yerel halka karşı yağma, haraç, adam kaçırma, işkence gibi suçlar işlemeye devam etti.
Bu örgütleri kontrol altında tutma girişimleri çerçevesinde 9 Eylül’de Suriye Ulusal Ordusu çatısı altında yeni bir çatı doğdu: “Suriye Kurtuluş Cephesi”. Bu yapıya dâhil olan Sultan Süleyman Şah Tümeni, Hamza Tümeni, Mutasım Tümeni, 20’nci Tümen ve Sukur el Şimal ilk olarak temmuzda Azm Operasyon Odası’nı kurmuştu. Kısa sürede anlaşmazlıklar patlak verdi ve odadan çekilip tekrar dönenler oldu. Bu oluşumdan hemen önce, Afrin’deki suçlarıyla öne çıkan Sultan Süleyman Şah’ın lideri Muhammed el Casim (Ebu Amşa), HTŞ’ye katılmaktan söz ediyordu. Muhtemelen bu gelgitler Türk istihbaratını gidişata el atmaya itti. Ancak nasıl biçimlenirse biçimlensin savaşı ranta çevirmiş bu örgütlerin düzenli bir orduya dönüşme şansı yok. Türkiye’nin çok güvendiği Ahrar el Şam örneğinde olduğu gibi iç bölünme ya da örgütler arası kavgalar bitmiyor.
Türkiye’nin bir diğer açmazı, muhaliflerin sivil kanadıyla ilişkilerinde kendini gösteriyor. Ankara sahada karşılığı olmamasına rağmen “Suriye Geçiş Hükümeti” kartından vazgeçmiyor. 4 Eylül’de hükümete yakın bir gazete, Suriye ve Türkiye istihbarat şeflerinin Bağdat’ta buluşacağını iddia etti. Şam’dan yalanlansa da bu haberin sızdırılması diyalog arzusunu yansıtıyordu. Birkaç gün sonra Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Suriye Ulusal Koalisyonu Başkanı Salem el Meslet, Türkiye merkezli muhalif kanadı temsil eden müzakere komisyonun başkanı Enes Abde ve geçici hükümetin başbakanı Abdurrahman Mustafa'yla görüşüp şu mesajı verdi: “Suriye halkının meşru temsilcisi olan Koalisyon'a ve Geçici Hükümet'e desteğimiz tam.”
Bir tarafta Şam’la diyalog arzusu, diğer tarafta Türkiye’deki diplomatik temsilciliklerini açık tutan Suriye yönetimini tanımayan eski politika. Ankara, Şam’la diyalog kanalını Suriye devletini hedef alan yapılara verdiği desteği kesmeden sadece Kürtlerin özerklik arayışına karşı ortak tutum için çalıştırmak istiyor. Bu çelişkili siyasetin Şam’da karşılık bulma ihtimali de yok.
Beri tarafta Ankara, Suriye Ulusal Ordusu bileşenlerini İdlib’den atan HTŞ ile çalışıyor. Türkiye’nin terör örgütleri listesinde olan HTŞ, köklerindeki İD’in unutulmasını, El Kaide ile bağlarını kestiğine dair beyanatının esas alınmasını ve muhatap alınmasını istiyor. Türkiye de HTŞ’nin öteki cihatçı grupları tasfiye edip bir de kendisine “ılımlılık” makyajı yaparsa terör örgütleri listesinden çıkabileceği hesabıyla hareket ediyor. Sonuçta İdlib’deki radikal cihatçı potansiyel eritilemediği gibi HTŞ’nin kara listeden çıkartılabileceği koşullar da oluşmadı. Üstelik TSK’yi de hedef alan saldırılar kesilmedi.
Son saldırı 11 Eylül’de Binniş yakınlarındaki düzenlendi. Saldırıyı Ensar Ebu Bekir el Sıddık Tugayı üstlendi. 27 Ağustos 2020, 6 Eylül 2020, 15 Mart 2021 ve 11 Mayıs 2021’de Türk askeri konvoylarına düzenlenen saldırıların arkasında da aynı örgüt vardı. 2018’den önce varlığı bilinmeyen bu örgüt hâlâ muamma. Kimin paravanı? HTŞ’nin mi, El Kaide çizgisindeki örgütlerin mi? 14 Temmuz 2020, 17 Ağustos 2020 ve 25 Ağustos 2020’de Türk-Rus ortak devriyesine yönelik saldırıları üstlenen Hattap el Şişani Tugayı da var. O da bir muamma. Epeyce istihbarat ağına sahip olan Türkiye bu örgütlere eğilmek yerine dikkatleri Kürtlerin üzerine topluyor. Son saldırıdan sonra da Türk ordusu ve yedeğindeki milisler Halep’in kuzeyinde Tel Rıfat ile Maranaz, Menbic’e bağlı Hamam, Dandaliyê, Camûsiyê, Um Adese ve Sayade köylerinin yanı sıra Fırat’ın doğusunda Tel Ebyad tarafında Erîda ve Evdiko’yu bombaladı. Savunma Bakanı Hulusi Akar saldırının ardından sınırda sıfır noktasına gidip “Şehitlerimizin kanları yerde kalmadı, kalmayacak” mesajı verdi. Türkiye bu şekilde yanıltıcı bir intikam görüntüsü oluşturuyor. Saldırılar İslamcı örgütlerden geldiğinde hükümet saldırganı açıklamaktan imtina ediyor.
Dördüncü çıkmaz, Ankara İdlib’de HTŞ’nin diğer cihatçıları bastırmasıyla Soçi ve Moskova mutabakatlarında yer alan terör örgütlerinin elimine edilmesi taahhüdünün yerine getirilmiş olacağını farz ediyor. Fakat terör örgütleri listesindeki HTŞ, İdlib’de fiilen kendi emirliğini tahkim ederken Ensar el İslam, Ensar el Tevhid, Ensar el Din, Şam el İslam, Ecnad el Kavkaz, Cundullah ve Türkistan İslami Hareketi gibi onlarca örgüt varlığını sürdürüyor. El Kaide çizgisindeki örgütlerin çatı yapılanması Hurras el Din görüntüde dağıldı ama bu örgütler bir yere gitmedi. Çeçen komutan Müslim el Şişani’nin liderliğindeki Cund el Şam’ın dağıtılma kararı da bu yapının elimine edildiği anlamına gelmiyor. Radikal cihadi örgütler HTŞ ile uyumlu ya da kendi alanlarında çalışmaya devam ediyor.
Son olarak 5 Mart 2020 Moskova Mutabakatı’nın öngördüğü gibi M-4 yolu açılmadı, yolun her iki tarafında altı kilometre derinliğinde güvenlik koridoru oluşturulmadı. Türk ordusunun gözlem noktalarını kendilerine kalkan yapan örgütlerin Suriye ordusunun kontrolündeki bölgelere saldırıları da kesilmedi. Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, 9 Eylül’de İsrailli mevkidaşı Yair Lapid’i ağırlarken sözünü esirgemeyip Türkiye’yi taahhütlerini yerine getirmemekle suçladı: “Bu anlaşmalar, ılımlı muhalifleri teröristlerden, özellikle de HTŞ’den ayırmayı öngörüyor. Bu süreç fiili olarak başladı fakat kesinlikle tamamlanmadı.”
Bu durum Rusya’ya Türkiye’yi köşeye sıkıştırma ve operasyonları sürdürme gerekçesi sunuyor. Bu gerekçeye yaslanan Rusya, Ankara’nın Ukrayna, Kırım ve Polonya’da NATO’yu memnun eden adımlarına da İdlib’den yanıt veriyor. Operasyonlarda hazirandan beri ciddi bir artış var. Son günlerde de Rus hava operasyonları, İdlib’in güneyinde Deyr Sünbül ve Cebel Zaviye’nin yanı sıra Halep’in batısındaki Şeyh Süleyman Cephesi ve Daret İzze bölgesinde yoğunlaştı. El Bare’de Türk askeri noktasının yakını vuruldu. Suriye ordusu ise Hama’nın kuzeybatısında Harbe Nakus, Ziyare, Ankavi ve Kastun ile İdlib kırsalında El Bare, Kensafra, Kefravid ve Fuleyfel’i top atışına tuttu.
Suriye Devlet Başkanı Beşşar el Esad’ın 14 Eylül’de Moskova’da Rusya lideri Vladimir Putin’le görüşmesinden İdlib’e ilişkin nasıl bir kararla döndüğü de merak ediliyor. Putin bu görüşmede temel problemin davetsiz ve BM yetkisi olmayan yabancı güçlerin varlığı olduğunu belirterek ABD ve Türkiye’ye yüklendi.
ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Orta Doğu koordinatörü Brett McGurk’un Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Sergey Verşinin ve Suriye Özel Elçisi Aleksander Lavrentev’le yürüttüğü görüşmelerin Türkiye’nin pozisyonunu zayıflatacak bir istikamet alması muhtemel. McGurk’un hassasiyetleri dikkate alındığında, bu diyalogda Kürtlerle Şam arasında statü görüşmelerinin ciddiye binmesi, Fırat’ın doğusundaki Türk askeri varlığının geriletilmesi, terörle mücadelenin öne çıkması ve İdlib’e yönelik operasyonlar karşısında Amerikan itirazının sönükleşmesi beklenebilir. Hâlihazırda Biden yönetiminin İsrail’i temin eden Rus yaklaşımını destekleyerek Dera’da silahlı gruplarla anlaşmayı kolaylaştırması, Mısır doğalgazı ve Ürdün elektriğinin Suriye üzerinden Lübnan’a geçişine onay vermesi, İran petrol tankerlerinin Tartus limanına girmesine sessiz kalması ve böylece Sezar Yasası yaptırımlarını gevşetmesi Rus-Amerikan diyaloğunun yol alabileceğini gösteriyor. Ankara insansız uçaklarla suikastları da eklediği anti-Kürt siyaseti ile bu diyalogun epey uzağına düşüyor.
Velhasıl İdlib’in çeperlerine onlarca askeri üs kuran Türkiye’yi sakin günler beklemiyor. Rus-Amerikan diyalogunda Fırat’ın doğusuna dair orta yol bulunursa geriye İdlib hesaplaşması kalacak.
Al-Monitor / 16.09.21