Yerli ve yabancı büyük şirketler kâr etmek, sermayelerini büyütmek ve nüfuzlarını artırmak için dünyanın her köşesini, dünyanın bütün kaynaklarını, doğayı, canlıları ve insanları kullanıyor.
Durmak bilmeyen bir kâr hırsı sarmalıyla bazen aralarında çatışarak, bazen de anlaşarak kurdukları sömürü düzeniyle dünyanın dengesini değiştiriyorlar.
Devletleri, iktidarları, siyasi güç odaklarını da bu amaçlarına kim zaman ortak ediyor kimi zamanda alet ediyorlar.
Dünya çok fazla şey kaybetti, buna dur demek için harekete geçilmezse, daha çok şey kaybedeceğiz.
İnsan davranışlarının düzenlenmesi adına yeryüzünün kurallarıyla uyumlu bir yol bulana kadar ekolojik sınırları zorlamaya ve ekolojik dengeyi sarsmaya devam edeceğiz.
Belki de gideceğimiz yolun sonuna gelmişizdir. İnsanlığın yapacağı son iş, doğanın ve dolayısıyla kendisinin sonunu hızlandırmak mı olacak, göreceğiz…
Duruma Türkiye özelinden bakacak olursak, dağları, ovaları, gölleri, dereleri, ormanları yok ederek, kamusal varlıklara ve emeğe fütursuzca saldırarak kendini var eden, önüne çıkan “ayak bağı” olarak gördüğü yasaları by-pass ederek aşmayı başaran, acele kamulaştırmalarla yurttaşları mülksüzleştirerek sermaye birikimi gerçekleştiren bir rejim saldırısı altındayız.
Acele kamulaştırma meselesine tekrar döneceğim, küçük bir hatırlatmadan sonra…
Geçtiğimiz günlerde CHP Genel Sekreteri Selin Sayek Böke, katıldığı bir TV programında, iktidara geldikleri takdirde, AKP’ye ve dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yakınlıklarıyla bilinen, aldıkları kamu ihaleleriyle en çok ihale alan şirketler sıralamasında ilk 10’a giren şirketleri kamulaştıracaklarını söyledi.
Böke, “Türkiye’deki bütün kaynakları rantla yemiş olan beş şirketten bahsediyorum. Ne müzakeresi yapacağız? Müzakere filan yok. ‘Bunlar artık kamunundur’ diyeceğiz ve devam edeceğiz” ifadelerini kullandı.
Böke, karşılarında iyi niyetli anlaşma yapacak iyi niyetli bir yapı olmadığını ifade ederek şöyle devam etti:
"Vatandaşın emek emek alınteriyle biriktirdiği vergileri, bu aile şirketi mekanizması ile paylaşmayı gönülden ortak olmuş beş tane müteahhitlik şirketinden bahsediyoruz. Bunlar rantçı, yandaş, hatta bir adım daha öteye gidelim talancı bir zihniyetin temsilcileri. Dolayısıyla, kamulaştırma faaliyetleri bir siyasi iradeden geçiyor. Nasıl ki kamu özel işbirliği adı altında rantçı-yandaş şirketlerle halkın kaynaklarını paylaşmış olmak bir siyasi iradeydi ise biz de benzer şekilde yapacağız. Elbette hukuk çerçevesinde yapacağız ama siyasi iradeyle yapacağız.”
Kamu ihalesi denildiğinde, Hazine garantili mega projeler denildiğinde akla AKP'ye yakınlığıyla bilinen Makyol, Kalyon, Cengiz, Limak ve Kolin şirketleri geliyor. Bu şirketler kamunun kaynaklarını sömürdüler, yeni projeler, yeni ihaleler alarak sömürmeye de devam ediyorlar.
Bu şirketlerin AKP iktidarı döneminde yapılmamaları için büyük mücadele verilen havaalanı, köprü, yol, baraj, termik santral gibi ekokırım projelerinin üstlenicileri olmaları da tesadüf değildir.
Böke’den önce CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu da, ayın konuya dikkat çekerek, ihaleleri alan, Hazine garantileri zırhıyla donatılan, garantileri döviz bazında verilen şirketlerle ilgili, “CHP iktidarında bunların tamamını kamulaştıracağız. Tamamını Türk Lirası'na dönüştüreceğiz” demişti.
Bu şirketlerin devletten aldığı ihalelerin toplam bedelinin 150 milyar dolar seviyesinde olduğu belirtiliyor.
CHP kanadından gelen bu açıklamalar sermaye kanadını huzursuz etti.
TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski, son zamanlarda bazı siyasi partilerden "mülkiyet haklarını ihlal edecek türde” bazı açıklamalar duyduklarını belirterek, “Türkiye, hür teşebbüs ve mülkiyet haklarının garanti altında olduğu bir ülkedir. Herhangi bir özel şirketin mülkiyet haklarını çiğneyecek bir şekilde kamulaştırılması asla söz konusu olmamalıdır. Haksızlıklarla mücadele edilmek isteniliyorsa izlenecek yol, hukuk kuralları içerisinde olmalıdır” dedi.
Türkiye’de beşli çetenin dışında da şirketler ülkenin altını üstüne istediği gibi getirebilsin diye acele kamulaştırmalar yapılıyor, yurttaşın malı mülkü, arazisi, tarlası gasp ediliyor, ekokırım projelerine karşı çıkanlar mülksüzleştirme yoluyla cezalandırılıyor.
Çok merak ediyorum, Simone Bey, bir kere bu konular hakkında açıklama yaptı mı, bu haksızlığa karşı dur denmediğinde sıranın bir şirkete, bir fabrikaya gelmeyeceğinin garantisini mi aldı?
Kamulaştırma Kanunu’nun 27'nci maddesine göre; savaş, doğal afet gibi olağanüstü durumlarda kamulaştırma yapılmak istenen taşınmaz hakkında bilirkişi tarafından bedel tespitinin yapılması dışındaki tüm işlemler sonradan yapılmak üzere acele kamulaştırma kararı verilebiliyor.
Türkiye’de epeydir ağırlıklı olarak kentsel dönüşüm, ulaşım, mega projeler ve bazı enerji projeleri için acele kamulaştırma kararları alınıyor. Olağanüstü hallerde uygulanan acele kamulaştırma yıllar içinde giderek sıradanlaştırıldı, hatta olağanlaştırıldı.
Bakanlar Kurulu, daha önce bir çok HES ve termik santral projesi için EPDK’ya (Enerji Piyasası Denetleme Kurulu), kentsel dönüşüm ve yenileme projeleri için bazı belediyelere, baraj tipi hidroelektrik santraller için ise DSİ’ye (Devlet Su İşleri) “acele kamulaştırma" yetkisi verdi.
Yasa gereği sadece istisnai durumlarda uygulanması gereken “acele kamulaştırma” genel bir uygulama haline geldi. 2004 yılından bu yana tam 1609 “acele kamulaştırma” kararı çıkarıldı. Bu, açıkça hak gasbıdır.
Çok uzağa gitmeyelim, Manisa Salihli’de Çapaklı Köyü'ne yapılmak istenen biyogaz tesisi için bir süredir mücadele yürütüyor. Geçtiğimiz günlerde acele kamulaştırma ve Cumhurbaşkanı kararı ile beş parselde 107 dönüm tarım arazisine el konuldu.
Bunun için çevre örgütlerinden, sivil toplum kuruluşlarından ve bölgede jandarmanın dayağını köylülerden başka kimsenin sesini duyamadık.
E hani Türkiye, mülkiyet haklarının garanti altında olduğu bir ülkeydi?
Bu garantiler köylüye gelince mi askıya alınıyor?
Aynı durumun bir benzeri Kanal İstanbul projesi güzergahında kalan yerleşim yerleri için de geçerli. Köylerden yerinden edilecek nüfus Kanal İstanbul ÇED dosyasında 800 bin civarında gösteriliyor.
Ancak, dokuz yerleşim yeri sayılmış, ÇED’de diğerleri eksik. Ayrıca, proje güzergahındaki meralar, tarlalar kullanılamaz hale geleceği için bölgede tarımdan geçinen tüm insanlar yerinden edilecek. Kamulaştırmaların maliyeti de ÇED’de hesaplanmamış.
Diğer yandan, lüks projeler inşa edildiğinde bölgede yaşama şansı kalmayan emekli insanlar var, onların da orada yaşayabilmesi bu mutenalaştırma projeleriyle imkansız.
Buradaki insanları gerçek bir hayat mücadelesinin beklediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bugüne kadar insanlar kentsel dönüşüm projeleri adı altında yerlerinden edildiler, fakirleştirildiler, sistematik ötekileştirme politikalarıyla kamplaştırıldılar.
Yoksullar kent merkezlerinden sürülerek soylulaştırma projelerinin yükünü taşıyanlar oldular.
Sulukule, Tarlabaşı bunun en çarpıcı örneklerindendir.
Ayrıca, kentleri zenginleştiren kamusal mekanların hafızasızlaştırılarak, yaşanmışlıkları, kültürel değerleri yok sayılarak AVM’ye, yeme içme mekanına, tüketim noktalarına dönüştürülmeleri de farklı birer mülksüzleştirmeye ve çölleşmeye işaret ediyor.
Geriye gidersek, acele kamulaştırmalarla Diyarbakır’da Sur’da yaşanan yıkım ve zorunlu göç gerçeği, mülksüzleştirmenin yine siyasi bir araç olarak kullanıldığının da göstergesidir.
Biraz daha geriye gidersek, 301 kişinin yaşamını yitirdiği Soma’daki işçi katliamının arkasındaki sebebin yine özelleştirme ve mülksüzleştirme politikaları olduğu görülür. Bölge halkı özelleştirme politikaları ve tarım arazilerinin mülksüzleştirilmesiyle köleleştirildi, madene inmeye ve adeta ölmeye mahkum edildi.
Türkiye, içeride uyguladığı bu mülksüzleştirme politikasını ihraç da ederek, Afrin’de gerçekleştirdiği “Zeytin Dalı” operasyonu sırasında kentte demografik değişim politikası yürüttü, Afrinlilerin ev ve binalarına el konuldu. Bunlar İngiltere merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SOHR) raporlarında yer aldı.
Örnekler çoğaltılabilir.
Kazdağları’ndan Okluk Koyu’na, Üçüncü Havalimanı’ndan Beştepe’ye, Yeşil Yol’dan şehir hastanelerine kadar listeyi uzatabiliriz.
Diğer yandan, kamunun mülkiyetindeki bankaların, arazilerin, şirketlerin hiçbir faaliyet sınırlamasına, denetime tabi olmadan, hesap vermeden piyasa koşullarını yok sayan biçimde özel mülkiyet nesneleri haline getirilerek Türkiye Varlık Fonu’na devri de bir mülksüzleştirme modelidir.
Devlet eliyle, devlet zoruyla mülksüzleştirme bir araç haline getirilerek, sermaye birikimi transferi yapılıyor. AKP ve sermaye ilişkilerine bu perspektiften bakmak artık elzem bir hal almış durumda.
Mülksüzleştirme ayağını eksik bırakan herhangi bir ekonomik krizden çıkış modeli maalesef başarısız olmaya da adaydır.
Çoğunluğun bir avuç azınlık tarafından mülksüzleştirilmesi üzerine kurulu bu düzene karşı toplumsal muhalefeti örgütleyen bir adım öne geçecek.
Artı Gerçek / 04.10.20