Devlet kapısında süründürme politikası ve bürokrasi hantallığının Türkiye’deki özeti ‘Bugün git, yarın gel’ şeklindeki veciz cümleydi.
Yalan yok, bürokratik işlemler Reis döneminde süper hızlandı.
Fakat mesele hak aramaya geldiğinde ‘Bugün git, yarın gel’ günlerini bile arar olduk.
Türkiye KPSS birincisinin sözlüde ‘elenip’ yaşadığı haksızlığı ancak kamuoyuna açık bir mektupla duyurabildiği bir düzen söz konusu...
Gülenciler soru çalıp yandaşlarına dağıtıyordu, anlaşılan bunlara da gerek kalmadı.
Nasılsa atamalar en tepeden yapılıyor... Ya da Deniz Eren Demir örneğinde olduğu gibi, yazılıda en iyi skoru elde etseniz bile tipinize, dosyanıza bakılıp ‘Hadi yallah’ deniyor.
Kayırmacılık ve buna bağlı olarak ayrımcılık, sadece akçeli işlerde değil, her alanda bir hastalık haline gelmiş vaziyette.
Binlerce, hatta onbinlerce parlak insan, bazen yıllarca atamasını beklemek zorunda kalıyor. Kimi, geçimini sağlamak için inşaatlarda, ağır işlerde çalışıyor. Onlardan ancak iş cinayetine kurban gittiklerinde haberimiz oluyor.
Ya da, ‘atamasını bekleyen öğretmen canına kıydı’ başlığıyla, iki satırla özetlenen dramlarla...
Çalışanın, dürüst olanın, kural ve kitabına uyanın değil, yandaş veya öncelikli olanın kazandığı bir dünyada umutsuzluk, adaletsizlik duygusu git gide baskın hale geliyor.
Şule Çet’in ölümü kamuoyuna yansımasaydı...
Göz göre göre kayırmalara, hak yemelere, yargıdaki keyfiyet ve üstü örtülmeye çalışılan suçlar eşlik ediyor.
Başınıza en kötüsünün geldiğini düşünün. Hayat bu. Bir yakınınızın ölüm haberi geldi. Şüpheli bir ölüm söz konusu. Normal şartlarda olması gereken, savcılığın görevini yapması ve gerekli belgeler üzerinden soruşturma yürütmesi.
Acı içinde kıvarnırken, hele ki bu işlerin nasıl yürüdüğünü bilmiyor, prosedürün işleyeceğine güveniyorsanız aklınıza bir cinayetin örtüleceği gelmez.
Ama Türkiye’de sadece iş cinayetleri değil, kadın ve çocuk cinayetlerinin örtbas edilmesi, giderek kronikleşen bir sorun.
Kadın cinayetleri, ‘intihar, kayıp, zehirlenme’ gibi gerekçelerle yargılama aşamasına gelmeden örtbas edilmeye çalışılıyor.
Geçen hafta ilk duruşması görülen Şule Çet davası, sosyal medyaya yansıtılıp kamuoyunun gündemine getirilmeseydi, Çet intihar etti deyip geçilecekti.
Yetkililerin görevlerini yapmadıkları, ihmal ettikleri ortaya çıkınca mecbur, dosya da açıldı.
Şimdi de genç bir kadının hangi saatte, nerede olduğu ve ne içtiği, hatta neden çalıştığı gibi sorularla bulandırılmaya çalışılıyor. Bu kafaya göre genç bir kadın, geç bir saatte iş yerinde bulunup içki içmişse cinsel saldırıyı da, öldürülmeyi de hak ediyor!
Kadın örgütlerinin müdahilliği kabul edilmiyor çünkü ‘sessiz’ olunması isteniyor.
‘Bir yerlerde’ tanıdıkları, nüfuzu veya parası olanın, cinayet işlese bile ufak tefek ‘sıkıntı’larla sıyrılabildiği... Kadına şiddet uygulasa, öldürse bile kendine sistemin içinde rahatlıkla bir veya birden fazla suç ortağı bulabildiği bir düzen bu.
Kolluk güçlerinden adli makamlara, medyadan siyasete uzanan, güçsüz, farklı ve fakirin üzerine çöken bu kabusun topluma faturası çok ağır.
Bir kadın cinayeti davasının cezasızlıkla sonuçlanması, belki yüzlerce başka kadının daha öldürülmesi demek. Dört yıl önce katledilen Özgecan Aslan’dan sonra en az 1.480 kadın daha öldürüldü, ötesi var mı?
Şule olmasaydı Aysun’u bilmeyecektik
Aysun Yıldırım’ın ölümü, Şule Çet cinayetinin neredeyse bir kopyası. Muhtemelen Çet dosyası medyada tartışılmasaydı, Yıldırım ailesi çaresizce kendilerine sunulan ‘intihar etti’ gerekçesini kabullenecekti.
ArtıTV’de, Söz Bizim programıma katılan Yıldırım ailesinin avukatı Leyla Süren, tanıkların çelişkili ifadelerini, Adli Tıp raporunun bile istenmediğini ve az kalsın Aysun’un şüpheli ölümünün hiç soruşturulmadan kapatılacağını anlattı. Savcılık, önünde böyle bir vakayı ‘soruşturmaya gerek görmediği’ gibi, gerekçeli bir karar yazmaya da gerek görmemiş!
Yıldırım ailesi, dosyanın açılması amacıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Dileriz bu utanç tekrarlanmaz ve yetkililer, üzerlerine düşen görevi yani hukuka, kanuna uygun hareket etmeyi bu defa başarır...
Aysun, 2. kattan düşüp öldü deniyorsa, yargının aileye ve topluma karşı sorumluluğu, bu iddiayı kanıtlamak. DNA bulgularını ve HTS kayıtlarını inceletmek. Kanıtlayamıyorsa da cinayet davasını açmak.
Yetkililer, temel görevlerini yerine getir(e)mediği için/zaman hak arama mücadelesi sosyal medyaya taşınıyor. Belli ki çok rahatsızlık veriyor. Hatırlatayım, Çet davasında sanık avukatları, aileyi ‘sosyal medyada algı yapmak’la suçladı. ‘Algı yapmak’ denilen şey, deşifre edilmek.
Oysa katilleri, cinayeti sosyal medyada teşhir etmekten başka çare yok. Öyleyse bugün git, yarın sosyal medyaya yaz desek yeridir. Şansınız yaver giderse, bir ihtimal kamuoyunu harekete geçirerek adalete erişebilirsiniz.
Çet, Yıldırım gibi acılı ailelerin canlarını bir daha, bir daha almaya kalkan bu haksızlıklara karşı tek avuntu, toplumun hassasiyeti, adalet duygusunu yitirmemesi.
Artı Gerçek / 14.02.19