Sovyet halklarının öncülüğünde Nazi karanlığına karşı verilen ‘Büyük Anavatan Savaşı’nın zafer yıldönümüne yaklaşıyoruz. Hemen hemen her şeyini bu savaşta kaybeden Sovyetlerin kazandığı zaferin nedenleri bugüne kadar çok konuşuldu. Kimi Batılı askeri uzmanlar ‘kış koşullarının Alman güçlerini çamura sapladığını, böylece Moskova’nın kazandığını’ dile getirdi. Kimileri ise zaferi on milyonlarca insanını, binlerce yerleşimini kaybeden Sovyet halklarının ‘intikam’ duygusuna bağladı.
Oysa yıkımı numaralarla, olayları askeri harekatlarla özetlediğimiz İkinci Dünya Savaşı’nın Sovyetler için ne anlama geldiğini ve zaferin gerçek nedenlerini anlamak için biraz daha farklı yerleri kazmamız gerekiyor.
Nazi işgaliyle birlikte Sovyetler Birliği’nin öncülüğünde Balkanlar, Doğu ve Güney Avrupa’da eşine benzerine rastlanmamış büyüklükte bir antifaşist mücadele başladığını biliyoruz. Örnek vermek gerekirse 1943’te işgal ettikleri topraklardan geri çekilecek olan Nazilerin, katetmek zorunda olduğu toprakların 200 bin kilometrekaresi fiilen partizanların kontrolü altındaydı.
Fakat unutmamamız gereken en önemli şey partizanların yapısıdır. Çünkü dönemin toplumsal yapısının birebir yansımasıdır: Kadınlar, erkekler, gençler, yaşlılar, çocuklar… Örneğin çoğu yerde kadın partizanların oranı yüzde 25’i bulur. Ki bu, özellikle o dönem için hiç de azımsanacak bir oran değildir.
Toplumun savaşı
Bazı isimleri hatırlayarak devam edelim. Geçen haftalarda Ukrayna’da heykeli yıkılan 18 yaşındaki partizan Zoya Kosmodemyanskaya’yı biliyoruz. Nazilerle girilen bir çatışmada Zoya esir düşer, işkencelerden geçer ve asılır. Moskova civarında idam edilmeden önceyse o meşhur “Hepimizi, 190 milyon kişiyi asamazsınız” sözlerini söyler.
Zoya, Naziler tarafından infaz edilen en genç partizan değildir. Zina Portnova 17 yaşında Naziler tarafından işkenceden geçirilmeden önce pek çoğunu zehirlemeyi başarır. Bulaşıkçı olarak işe girmeyi başaran Portnova, Nazi subaylarının çorbasına fare zehiri döker. Yüzlerce subay zehirlenir, bir kısmı da ölür. Olayın ardından baş şüpheli olarak Portnova’ya da çorbadan içirilir. Genç partizan duraksamadan içer, böylece şüpheleri kendisinden uzaklaştırır. Ancak eve gittiğinde şiddetli bir zehirlenme yaşar, büyükannesinin yöntemleriyle iyileşir ve yeraltında mücadele etmeye başlar, fakat yakalanır. Zehirlenme olayı da böylece çözülmüş olur.
Kendisini sorgulamaya gelen Gestapo subayı, ‘tatlı dille’ yaklaşsa da karşısındaki çocuğu korkutmayı amaçlayarak masaya silahını koyar. Hem havucu hem sopayı aynı anda göstererek Portnova’dan bilgi almaya çalışır. Ancak subayın bir an pencereden dışarı bakmasıyla birlikte genç partizan, masadaki silaha davranır ve subayı vurarak öldürür. Odaya gelen diğer askerlere de ateş ederek kaçmayı denese de başarılı olamayan Portnova korkunç işkencelerden geçirildikten sonra ormanda öldürülür.
Yeni dünyaya inanç
Portnova gibi Sovyet kahramanlarının hikayeleri bize partizan savaşının toplumsallığını ve zafere duyulan inancı, epik yapısı gereği ‘siyah-beyaz’ bir dille anlatır. Çünkü bir fotoğraf karesinin rengi bazen bizi hayata ve tarihe yabancılaştırıp anın hareketini engelleyebilir.
Peki ama partizanların kulağa kimi zaman çılgınca gelen mücadelelerini kalıplardan nasıl ayırabiliriz? Ya da kahramanlığın ön şartı gözü kara olmak mıdır? İnsanın en büyük trajedisi ölecek olduğunu bilmek ve bu gerçekten kaçmakken nasıl olur da binlerce insan ölüme bu kadar rahat meydan okuyabilir? Üstelik partizanların çoğunluğu, profesyonel olarak asker olmayı bırakın o güne kadar silahla münasebeti olmamış kişilerden oluşuyorken…
Bir toplum olarak savaşa dahil olan partizanlar, dışarda esen karanlık rüzgarlara karşı insanın kendi kendine ördüğü duvarın ne denli zayıf olduğunu gözler önüne serer. Bununla birlikte bize inancın nelere kadir olduğunu hatırlatır. Sovyetleri tüm kayıplarına rağmen zafere götüren, Nazi boyunduruğu ya da burjuva iktidarı altında yaşamayı reddeden halkların Ekim Devrimi’ne olan inancıdır. Yeni bir dünya inşa etmekte olanların kazanımlarına uzanan elleri örgütlü mücadeleyle kesme cüretidir. Üstelik bu dünya, diğer kimi düşünce biçimlerinin sunduğu gibi Kaf Dağı’nın ardında da değildir. O günlerde Sovyet halklarınca inşasına başlanmıştır bile. Cesaretin yegâne kaynağı bu fikirdir.
Gazete Duvar / 07.05.22