Finlandiya Devrimi - Eric Blanc

Fin Devrimi’nden ne öğrenmeliyiz? En açık olanı, işçi devriminin, yalnızca merkezi Rusya’ya ait bir görüngü olmadığıdır. Barışçıl, parlamenter bir Finlandiya’da bile, emekçiler, sosyal kriz ve ulusal baskıdan çıkışın yalnızca sosyalist bir hükümet ile sağlanabileceğine daha fazla ikna olmuştur.

  • Çeviri
  • |
  • Dünya
  • |
  • 09 Şubat 2020
  • 08:27

Geçtiğimiz yüzyılda 1917 devriminin tarihi genellikle Petrograd ve Rus sosyalistlerine odaklandı. Fakat Rus imparatorluğu, büyük çoğunlukla Rus olmayanlardan oluşuyordu –ve imparatorluğun merkez dışındaki bölgelerindeki çalkantılar, sıklıkla en az merkezdekiler kadar şiddetliydi.

1917 Şubat’ında Çarlığın devrilmesi, hızla tüm Rusya çapına yayılan devrimci bir dalganın önünü açtı. Belki de bu ayaklanmalardan en istisnai olanı, bir bilim insanının tabiriyle “20. yüzyıl Avrupa’sının sınıf savaşımlarının en belirgin olduğu” Fin Devrimi’ydi.

Fin istisnası

Finler, Çarlık rejimindeki diğer ulusların hiçbirine benzemiyordu. 1809’da İsveç’ten Çarlık topraklarına katılan Finlandiya’da özerk bir yönetim, siyasi bağımsızlık vardı ve hatta sonunda, demokratik olarak seçilmiş parlamento kuruldu. Her ne kadar Çar bu özerkliği sınırlandırmaya çalıştıysa da, Helsinki’deki siyasi yaşam Petrograd’tan çok Berlin’dekini andırıyordu.

İmparatorluk Rusya’sında, diğer her yerinde sosyalistlerin yeraltı partilerinde örgütlenmek zorunda kaldığı, gizli polis tarafından peşlerine düşüldüğü bir dönemde, Fin Sosyal Demokrat Partisi (SDP) açık ve yasal bir partiydi. Alman Sosyal Demokrasisi’ne benzer şekilde, Finler 1899’dan itibaren kitlesel bir işçi sınıfı partisi oluşturmuş; kendi toplantı salonlarına, emekçi kadın gruplarına, korolara ve spor kulüplerine sahip sıkı bir sosyalist kültür geliştirmişti.

Fin işçi sınıfı hareketi, siyasal olarak, işçilerin sabırla eğitilip örgütlendiği parlamento merkezli bir stratejiye bağlıydı. Politikası ilk başta ılımlıydı; devrime dair neredeyse hiç konuşulmuyordu ve liberallerle işbirliği sıradan bir durumdu.

Ancak SDP, 1. Dünya Savaşı’ndan yıllar öncesinde daha militanlaşarak Avrupa’nın sosyalist yasal kitle partileri arasında eşsiz bir yere sahip oldu. Finlandiya Çarlık imparatorluğunun bir parçası olmasaydı, Fin Sosyal Demokrasisi’nin de Batı Avrupa sosyalist partilerinin çoğununkine benzer şekilde, parlamenter bütünleşme ve bürokratlaşmayla radikallerin daha fazla yalnızlaştırıldığı ılımlı bir çizgiye gerilemesi muhtemeldi.

Fakat Finlandiya’nın 1905 Devrimi’ne katılması partiyi keskin bir şekilde sola yöneltti. 1905 Kasım’ındaki genel grevde, halk ayaklanmasıyla büyük şaşkınlığa düşen bir Fin sosyalist lider şöyle diyordu:

“Harika bir zaman diliminde yaşıyoruz... Köleliğin getirdiği yükü mütevazi ve memnun bir şekilde taşımaya razı olmuş kitleler birdenbire bu boyunduruğu atıverdiler. Bugüne kadar çam kabuğu yiyen gruplar şimdi ekmek talep ediyor.”

1905 Devrimi’nden sonra, ılımlı sosyalist milletvekilleri, sendika liderleri ve parti görevlileri SDP içinde kendilerini azınlıkta buldular. Alman marksist teorisyen Karl Kautsky’nin ortaya koyduğu çizgiyi uygulamaya çalışan partinin büyük çoğunluğu, 1906’dan itibaren yasal taktiklerini ve parlamenter odağını keskin sınıf mücadelesi politikalarıyla donattı. Bir parti yayınında “Sınıf kinini destekliyoruz, çünkü bu bir erdemdir” diye ilan ediliyordu.

SDP, işçilerin çıkarlarını geliştirebilecek, Rusya’ya karşı Fin özerkliğini savunup genişletebilecek ve siyasal demokrasiyi tamamen kazanabilecek tek gücün, bağımsız bir işçi hareketi olduğunu duyuruyordu. Günün görevi eninde sonunda sosyalist devrimdi; ama o zamana kadar parti, temkinli bir şekilde kendi gücünü inşa etmeli ve yönetici sınıflarla zamansız her türlü çatışmaya engel olmalıydı.

Devrimci sosyal demokrasinin –militan mesajı ve yavaş ama kararlı yöntemleriyle- bu stratejisi, Finlandiya’da çarpıcı bir şekilde başarıya ulaştı. 1907’de yüz binden fazla işçi partiye üye olmuştu ve nüfus yoğunluğu bakımından parti dünya çapındaki en büyük sosyalist örgüt haline getirmişti. Ve Temmuz 1916’da parlamentoda çoğunluğu kazanan Fin Sosyal Demokrasi’si, bu açıdan ilk sosyalist parti olarak tarihe geçti. Fakat Çarlığın önceki yıllardaki Ruslaştırma politikası nedeniyle Finlandiya’daki devlet iktidarının büyük bölümü o dönemde Rus yönetiminin elindeydi. SDP ancak 1917’de, kapitalist bir toplumda parlamentoda sosyalist çoğunluk olmanın getirdiği zorluklarla karşı karşıya kalmıştı.

İlk aylar

Petrograd’taki Şubat ayaklanması haberi Finlandiya’da şaşkınlıkla karşılandı. Fakat söylentilerin doğrulanmasıyla birlikte, Helsinki’de konuşlandırılmış Rus askerleri de başlarındaki subaylara karşı başkaldırdı. Bir tanığın aktarımına göre:

“Sabah askerler ve denizciler kızıl bayraklarla sokağa çıktı. Bazı kortejlerde Marsellaise söyleniyor, bazıları ise kızıl kurdeleler ve kumaş parçaları dağıtarak ayrı kalabalıklar halinde yürüyordu. Silahlı bahriye erlerinden oluşan devriyeler şehrin her yerinde dolaşıyordu. Bunlar, başlarındaki subayların silahlarına el koyuyor, en ufak bir direnç gösteren ya da kızıl simgeleri almayı reddeden olduğunda silahla vurup olduğu yerde bırakıyordu.”

Rus yönetimi devrilmiş ve Finlandiya’daki Rus askerleri, Petrograd Sovyeti’ne bağlılığıklarını açıklamış, Fin polis gücü de tabandan yok edilmişti. Muhafazakâr yazar Henning Söderhjelm, Fin seçkinlerinin görüşlerinin paha biçilmez bir ifadesi olarak, 1918 devrimiyle ilgili ilk açıklamasında, şiddet üzerindeki devlet tekelinin yitirildiğinden şu ifadelerle yakınıyordu:

“Polisin tümüyle yok edilmesi [Fin SDP’nin] açık bir politikasıydı. Devrimin daha ilk başlarında Rus askerleri tarafından defedilen polis gücü bir daha ortaya çıkamadı. Halk bu kuruma hiç güvenmiyordu ve bunun yerine yerel birlikler, düzeni korumak adına, İşçi Partisi’nin adamlarından oluşacak şekilde ‘milis’ gücü kuruldu.”

Eski yerel Rus yönetiminin yerine ne gelmeliydi? Bazı radikaller Kızıl Hükümet’in gelmesi gerektiğini savunuyordu, fakat bunlar azınlıktaydı. Mart ayında İmparatorluğun geri kalanında olduğu gibi Finlandiya’yı da “ulusal birlik” çağrıları kaplamıştı. SDP’nin ılımlı liderlerinden bir kanat, Rus Geçici Hükümet’ten daha geniş özerklik elde etme umuduyla, partinin eskiden beri süregelen çizgisini terk ederek Fin liberalleriyle birlikte koalisyon hükümetine katıldı. Çeşitli radikal sosyalistler bu hamleyi “ihanet” ve SDP’nin marksist ilkelerinin apaçık bir ihlali olarak kınadı –ancak diğer kilit liderler partideki bölünmeyi önlemek adına hükümete katılanların arkasından gitti.

Finlandiya’nın siyasi cicim ayları kısa süreli oldu. Finlandiya’daki iş yerlerinde, sokaklarda ve kırsal bölgelerde beklenmedik bir şekilde yükselen militanlıkla birlikte yeni koalisyon hükümeti sınıf mücadelesinin çapraz ateşine tutuldu. Bazı Fin sosyalistleri çabalarını silahlı işçi milisleri inşa etmeye yoğunlaştırmıştı. Diğerleri de grevler, militan sendikacılık ve işçi eylemliliğini geliştiriyordu. Söderhjelm bu hareketi şöyle tanımlıyordu:

“Proletarya artık yalvarmıyor, dilenmiyor ama hakkına sahip çıkıyor ve arkasında duruyor. Sanıyorum ki çalışanlar, özellikle de hiddetlileri, 1917 yılında Finlandiya’da olduğu kadar hiç bu şekilde güçleriyle böbürlenmemişti.”

Finlandiya’nın elitleri ilk başta, ılımlı sosyalistlerin koalisyon hükümetine dahil olmasının SDP’yi de sınıf mücadelesi çizgisini terk etmeye zorlayacağını ummuştu. Söderhjelm bu umutlarının suya düştüğünden şöyle hayıflanıyordu:

“Beklenmedik bir çabuklukla ayaktakımı gelişti. ... Bundan en başta İşçi Partisi’nin taktikleri [suçlanmalıdır]. ... Nitekim her ne kadar İşçi Partisi en yetkili idaresi tarafından belli bir ağırbaşlılık göstermişse de, hâlâ usanmaz bir coşkunlukla burjuvaziye karşı ajitasyon politikasını sürdürmektedir.”

Hükümetteki ılımlı sosyalistler, müttefikleri işçi liderleriyle birlikte halk ayaklanmasını dizginlemeye çalışırken, partinin aşırı solu, sürekli olarak burjuvaziden kopuş çağrısı yapıyordu. Yeni yönetime sınırlı destek veren şekilsiz merkezci akım, bu sosyalist kutuplar arasında gidip gelen bir çizgide duruyordu. Ve her ne kadar SDP liderlerinin geneli parlamenter alanı öncelikli görmeyi sürdürse de, çoğunluk dipten gelen dalgayı destekliyor –en azından onun arkasında duruyordu.

Dipten gelen bu beklenmedik direniş dalgası karşısında Finlandiya burjuvazisi de giderek daha uzlaşmaz ve daha saldırgan hale geliyordu. Zira tarihçi Maurice Carrez, Fin üst sınıfının, “şeytanın vücut bulmuş hali olarak gördüğü bir politik oluşumla iktidarı paylaşmaya” hiçbir zaman boyun eğmediğine işaret eder.

Sınıf kutuplaşması

Fin koalisyon hükümetinin iç çöküşü yaz aylarında başladı. Ağustos’a gelindiğinde imparatorluğun gıda tedariki çökmüş ve açlık heyulası Fin işçilerini sarmıştı. Ay başlarında yiyecek isyanları patlak verdi ve SDP’nin Helsinki örgütü, hükümetin krize karşı sonuç alıcı önlemler almayı reddetmesini kınadı. SDP’nin baş sol teorisyeni ve ertesi yıl Fin Komünist hareketinin kurucusu olan Otto Kuusinen, “Aç çalışan kitleler koalisyon hükümetine karşı tüm güven duygusunu kısa zamanda kaybetti” diyordu.

Ulusal özgürlük için verilen mücadeledeki sosyalist uzlaşmazlık sınıf kutuplaşmasını daha da derinleştirdi. Fin sosyalistleri, kendi ülkelerinin iç işlerine Rus hükümetinin devam eden müdahalelerini sonlandırmak için sert bir savaşım verdiler. Bağımsızlık kazanarak parlamenter çoğunluk olmalarını –ve işçi milisleri üzerindeki kontrolü- kullanmayı ve böylece iddialı bir siyasi ve sosyal reform programını hayata geçirmeyi umuyorlardı.

Temmuz’da sosyalist bir lider, “Şimdiye kadar iki cephede savaşmak zorunda kaldık; kendi burjuvazimize ve Rus yönetimine karşı. Sınıf savaşımızın başarıya ulaşması için tüm gücümüzü tek bir cephede, kendi burjuvazimize karşı toplayabilmek için, Finlandiya için çoktan olgunlaşmış bağımsızlığa ihtiyacımız var”, diye açıklıyordu.

Finlandiya’nın muhafazakarları ve liberalleri de kendi gerekçeleriyle Fin özerkliğini sağlamlaştırmak istiyordu. Ama bu hedefe ulaşmak için devrimci yöntemlere yönelme niyetleri yoktu –genel olarak SDP’nin tam bağımsızlık çabalarını da desteklemiyorlardı.

Çarpışma Temmuz’da başladı. Fin parlamentosunda sosyalist çoğunluk, tek taraflı olarak Finlandiya’nın tam bağımsızlığını ilan eden valtalaki (Güç Yasası) tasarısı önergesini sundu. Muhafazakâr parlamenter azınlığın sert bir şekilde karşı çıktığı valtalaki 18 Temmuz’da kabul edildi. Fakat Alexander Kerensky’nin başında olduğu Rus Geçici Hükümeti, derhal valtalaki’nin geçerliliğini reddetti ve bu kesin kararına saygı gösterilmezse Finlandiya’yı işgal etmekle tehdit etti.

Fin sosyalistler, valtalaki’yi geri çekmeyi ve kararlarından vazgeçmeyi reddedince, Finlandiya’nın liberalleri ve muhafazakarları fırsatı kaçırmadı. SDP’yi tecrit etmek ve parlamenter çoğunluğuna son vermek umuduyla, Kerenski’nin demokratik bir şekilde seçilmiş Fin parlamentosunu feshetme kararını utanmazca destekleyip meşrulaştırdılar. Yeni parlamento seçimleri yapıldı ve sosyalist olmayanlar ucu ucuna çoğunluğu aldı.

Finlandiya parlamentosunun feshedilmesi, belirleyici bir dönüm noktası oldu. Sosyal kurtuluş için parlamentonun araç olarak kullanılabileceğine dair umutlar o ana kadar işçiler ve temsilcileri arasında gayet büyüktü. Kuusinen bunu şöyle açıklıyordu:

“Burjuvazimizin ne ordusu hatta ne de bel bağlayabileceği bir polis gücü vardı... Bu nedenle, sosyal-demokrasinin parlamenter yasallığa bağlı kalması için her türlü neden vardı, ki bu yolla ard arda zaferler kazanabilecek gibi görünüyordu.”

Fakat parlamentonun kullanışlılığını artık yitirmiş bulunduğu da, giderek artan sayıda işçi ve parti lideri için daha açık hale geliyordu.

Sosyalistler anti-demokratik darbeyi kınadı ve Finlandiya’nın ulusal hakları ve demokratik kurumlarına karşı Rus devletiyle ortaklaşan burjuvaziyi yoğun bir şekilde teşhir etti. SDP’ye göre, yeni parlamento seçimleri yasadışıydı ve yaygın seçim hileleriyle kazanılmıştı. Ağustos ayı ortasında parti tüm üyelerine hükümetten istifa talimatı verdi. Ve en az bunun kadar önemli bir gelişme olarak, Fin sosyalistleri, bağımsızlık taleplerine destek veren tek Rus partisi olan Bolşeviklerle de giderek güçlenen bir işbirliği içine girdiler. Dolayısıyla taraflar birbirlerine meydan okumuştu ve o zamana kadar barışçıl kalan Finlandiya devrimci bir patlamaya doğru hızla yol aldı.

İktidar savaşı

Ekim ayı itibarıyla Rus imparatorluğunu saran kriz kaynama noktasına gelmişti. Şehir ve kırlardaki Fin işçiler, öfkeli bir şekilde liderlerinin iktidarı almasını istiyordu. Finlandiya’da da şiddetli çatışmalar patlak vermeye başladı. Buna rağmen SDP liderliği içerisinde çok sayıda kişi, işçi sınıfı daha örgütlü ve silahlı hale gelene kadar devrim anının ertelenebileceğine inanmayı sürdürüyordu. Diğerleri de parlamenter alanın terk edilmesinden dolayı korku içindeydi.

Ekim ayı sonlarında sosyalist lider Kullervo Manner şu ifadeleri kullanıyordu:

“Devrime daha fazla engel olamayız... Barışçıl eylemliliğin değerine dair inanç yitirilmiş durumda ve işçi sınıfı yalnızca kendi gücüne güvenmeye başlıyor... Eğer devrimin hızla yaklaşmakta olduğu konusunda yanılıyor olsaydık, bu beni çok mutlu ederdi.”

Ekim ayı sonunda Bolşeviklerin iktidarı almasının ardından Finlandiya da sırada gibi görünüyordu. Rus Geçici Hükümeti’nin askeri desteğinden yoksun kalan Finlandiya elitleri, tehlikeli derece yalnız kalmıştı. Finlandiya’da konuşlanmış on binlerce Rus askeri genel olarak Bolşevikleri ve onların barış çağrılarını destekliyordu. Bir Fin liberal, gözlemlerini “Muzaffer Bolşevizm dalgası sosyalistlerimizin değirmenine su taşıyacaktır, doğal olarak onlar da bundan yararlanmaya hazırlar” diye dile getiriyordu.

Petrograd’taki SDP üyeleri ve Bolşevikler, Fin sosyalist liderlerine derhal iktidarı almaları için çağrı yapıyorlardı. Fakat parti liderliği lafı dolandırıyordu. Bolşevik hükümetin birkaç günden daha fazla dayanıp dayanamayacağına dair herkeste bir belirsizlik hakimdi. Ilımlı sosyalistler barışçıl parlamenter bir çözümün bulunacağı umuduna sarılıyordu. Bazı radikaller iktidarı almanın hem mümkün hem de gerekli olduğunu savunuyordu. Liderlerin çoğu ise bu iki seçenek arasında gidip geliyordu.

Kuusinen, o kritik anda partinin kararsızlığının şöyle hatırlatıyordu: “Biz Sosyal-Demokratlar, ‘sınıf savaşı temelinde birleşenler’, bir o tarafa bir bu tarafa salınıyorduk, önce kesinlikle devrim fikrine meylediyorduk, sonra geri çekilmeye.”

Silahlı ayaklanma konusunda hemfikir olamayan parti, bunun yerine 14 Kasım için genel grev çağrısı yaptı. Burjuvaziye karşı demokrasiyi savunma, işçilerin acil ekonomik ihtiyaçları ve Finlandiya’nın bağımsızlığı için greve çıkılacaktı. Tabandan verilen karşılık çok büyüktü- gerçekte görece ihtiyatlı grev çağrısının çok ötesine geçti.

Finlandiya’da hayat durdu. Bazı kentlerde yerel SDP örgütleri ve Kızıl Muhafızlar kontrolü ele geçirdi, stratejik binaları işgal etti ve burjuva siyasetçileri tutukladı.

Bu isyancı biçim yakında Helsinki’de de tekrarlanacak gibi gözüküyordu. Genel Grev Konseyi 16 Kasım’da iktidarı ele geçirmek için oylamaya gitti. Fakat ılımlı sosyalist liderler ve sendikacılar kararı kınayarak bu organdan istifa edince, konsey kararından aynı gün vazgeçti. “Bu derece büyük bir azınlık karara karşı çıktığından dolayı, Konsey böyle bir durumda işçilerin iktidarı ele geçirmesi için adım atamaz, fakat burjuvazi üzerindeki basıncı arttırmak doğrultusunda eylemine devam edecektir” diye çözüm bulundu. Kısa bir süre sonra grev iptal edildi.

Fin tarihçi Hannu Soikkanen, Kasım grevinin kaçırılmış büyük bir fırsat olduğunun altını çizmişti:

“İşçilerin örgütlerinin iktidarı alması için bunun en uygun an olduğuna dair neredeyse hiç şüphe yoktu. Tabanın basıncı devasaydı ve savaşma arzusunun en yoğun olduğu andı... Genel grev pek az istisnayla burjuvaziyi, sosyalistlerin aşırı bir tehdit olduğu konusunda ikna etmişti. Burjuvazi açık iç savaş patlak verene kadar geçen zamanı, sağlam bir liderlik altında örgütlemek için kullandı.”

SDP’nin kitleleri harekete geçirme konusundaki ikircikli tutumuna dikkat çeken Anthony Upton, “Genel olarak Fin devrimcilerinin tarihteki en acınası devrimciler olduğunu” öne sürmüştür. Böyle bir iddianın doğru olması hikayemizin Kasım’da bitmesi demek olurdu –ama sonrasında yaşanan olaylar, Finlandiya Sosyal Demokrasisi’nin devrimci ruhunun sonunda üstün geldiğini ortaya koydu.

Genel grevin ardından hayal kırıklığına uğramış işçiler daha fazla silah arayışına ve doğrudan eyleme yöneldi. Burjuvazi de “Beyaz Muhafızlar” milisinin inşasına ve Alman hükümetinin askeri desteğine yönelerek benzer şekilde iç savaşa hazırlandı.

Sosyal uyumdaki bozulmaya rağmen, pek çok sosyalist lider, kısır parlamenter müzakerelere katılmayı sürdürdü. Fakat bu sefer SDP sol kanadı, başı dik bir şekilde devrimci eylemdeki daha fazla gecikmenin tek sonucunun felaket olacağını ilan etti. Aralık ayındaki uzun süreli iç çatışmaların ardından Ocak başlarında radikaller sonunda kazandı.

Ocak ayında SDP’nin devrimci sözleri sonunda hayat buldu. Ayaklanmanın başlangıcının işaretini vermek için parti liderleri 26 Ocak’ta Helsinki İşçileri Salonu’nun kulesinde kızıl fener yaktılar. Takip eden birkaç günde, Sosyal Demokratlar ve onlara bağlı işçi örgütleri, kırsal kuzey kesimler dışında bütün büyük kentlerde iktidarı ele geçirdi. Kuzey ise üst sınıfın elinde kaldı.

Finlandiya’nın isyancıları, tarihi bir bildiri açıklayarak emperyalistlerle işbirliği içerisindeki Fin burjuvazisinin, işçilerin zaferine ve demokrasiye karşı-devrimci bir “darbe” yapmış bulunduğundan dolayı devrimin şart olduğunu duyurdu:

“Bundan sonra Finlandiya’da devrimci iktidar işçi sınıfı ve onun örgütlerindedir... Proleter devrimi yüce ve şiddet doludur. Halkın küstah düşmanlarına karşı şiddetlidir, fakat ezilenlere ve ötekileştirilenlere karşı her türlü desteği vermeye hazırdır.”

Her ne kadar yeni kurulan Kızıl Hükümet ilk başta görece ihtiyatlı bir politik program ortaya koymuş olsa da, Finlandiya hızla kanlı bir iç savaşa sürüklendi. İktidarın alınmasındaki gecikme Fin işçi sınıfına pahalıya mal oldu, çünkü Ocak itibarıyla Rus birliklerin çoğu evlerine dönmüştü. Burjuvazi Kasım grevinin ardından geçen üç ayı, Finlandiya ve Almanya’daki birliklerini oluşturmak için fırsata çevirdi. Sonunda 27 bini aşkın Finlandiyalı Kızıl savaşta hayatını kaybetti. Ve Nisan 1918’de sağ kanat, Fin Sosyalist İşçi Cumhuriyeti’ni ezdikten sonra, bir diğer 80 bin işçi ve sosyalist toplama kamplarına gönderildi.

Tarihçiler, eğer Fin devrimi daha erken başlamış olsaydı ve daha saldırgan bir politik ve askeri yaklaşım göstermiş olsaydı zafere ulaşıp ulaşmayacağı konusunda bölünmüştür. Bazıları Mart ve Nisan 1918’deki Alman emperyalist askeri müdahalesinin belirleyici bir etken olduğunu savunur. Kuusinen benzer bir bilanço sunmuştur:

“Alman emperyalizmi, burjuvazimizin yakınmalarına kulak vererek, Fin Sosyal Demokratları’nın isteği üzerine Finlandiya’ya Rusya Sovyet Cumhuriyeti tarafından sunulan bu yeni kazanılmış bağımsızlığı ortadan kaldırmak için harekete geçti. Burjuvazinin ulusal duyguları bu noktada hiçbir şekilde incinmedi; “anavatanı” işçilerin kendi anavatanı olacak gibi göründüğünde, yabancı emperyalizmin boyunduruğunu kabul etmek burjuvaziyi hiç de dehşete düşürmedi. Burjuvazi onursuz köle sömürücülüğü konumunu koruyabilecekse, bu uğurda tüm bir halkı büyük Alman haydutuna feda etmeye dünden hazırdı.”

Çıkarılan dersler

Fin Devrimi’nden ne öğrenmeliyiz? En açık olanı, işçi devriminin, yalnızca merkezi Rusya’ya ait bir görüngü olmadığıdır. Barışçıl, parlamenter bir Finlandiya’da bile, emekçiler, sosyal kriz ve ulusal baskıdan çıkışın yalnızca sosyalist bir hükümet ile sağlanabileceğine daha fazla ikna olmuştur.

İmparatorlukta işçileri iktidara taşıyan tek parti Bolşevikler değildir. Fin SDP’nin deneyimleri pek çok açıdan Karl Kautsky’nin geleneksel devrim yaklaşımını doğrular: Sabırlı sınıf bilinçli örgütlenme ve eğitimle sosyalistler parlamentoda çoğunluk sağlamış, bu durum gericiliği bu kurumu feshetmeye götürmüş, bunun sonucunda ise sosyalistlerin öncülüğünde devrim patlak vermiştir.

Partinin savunmacı parlamenter stratejisi, sonunda onu kapitalist egemenliği devirmek ve sosyalizme doğru yol almaktan alıkoymamıştır. Buna karşılık bürokratlaşmış Alman Sosyal Demokrasisi (ki Kautsky’nin stratejisini terkedeli çok olmuştu) ise, 1918-19’da kapitalist egemenliği etkin bir şekilde desteklemiş ve onu devirmeye yönelik çabaları şiddetle ezmiştir.

Her şeye rağmen Finlandiya, devrimci sosyal demokrasinin yalnızca güçlü yanlarını değil ama onun potansiyel sınırlarını da göstermiştir. Bunlar; parlamenter alanı terk etmekte ikirciklilik, kitle eylemini küçümsemek ve partinin birliği uğruna ılımlı sosyalistlere doğru yönelme eğilimidir.

15 Mayıs 2017
Kaynak: jacobinmag.com
Çeviri: Kızıl Bayrak Çeviri Kolektifi

(Eric Blanc, ABD’li bir yazar, eğitimci ve sosyologdur...)