Evsizlik sorunu neden çözülmüyor?

Avrupa'nın Gündemi'nde bu hafta Almanya'da bir iktidar politikası olarak evsizlik tartışması, Fransa'da göç yasasına itiraz ve İngiltere'de iklim krizine karşı mücadelenin kriminalize edilmesi var.

  • Çeviri
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 31 Aralık 2023
  • 19:00

Almanya’da evsizlerin sayısı giderek artıyor. Sorumlular sosyal konut yapmak yerine var olan sosyal konutları özelleştiriyor. Sokakta kalan evsizler acil barınma yerlerine yerleştirilmeye çalışılıyor. Hükümetin parası var, ancak evsizlerin varlığı sistemin yaşaması için gerekli. 

Fransa, utanç verici yeni Göç Yasası’nı konuşmaya devam ediyor. Geçtiğimiz hafta mecliste aşırı sağın oylarıyla onaylanan yasa hem Macron hem de mecliste grupları bulunan sol partiler tarafından Anayasa Konseyine götürüldü. Macron yasaya meşruiyet kazandırmak, muhalefet ise iptal ettirmek istiyor.

İngiltere basını yıl sonu değerlendirmelerine yer verdi. Guardian Yazarı Owen Jones, 2023’ü iklim aktivistlerini merkezine alarak değerlendirdi: “Dünyanın her yerinde, gezegenimizin hayatta kalması için savaşan insanlar utanç verici bir şekilde susturuluyor ve kötüleniyor.” 

Evsizlerin varlığı sistem için gerekli

Fabian LEHR
Telepolis

Federal Evsizlere Yardım Çalışma Grubuna göre Almanya’da geçen yıl 607 bin kişi, en azından geçici olarak, evsiz kaldı. Bu rakam kabaca Stuttgart’ın nüfusuna eşit.

Alman hükümeti bu konuda ne yapıyor? Resmi hedef yılda 100 bin sosyal konut inşa etmek. Bu kendi başına tamamen yetersiz bir hedef, ancak bu hedefe bile ulaşılamıyor: Aslında Almanya’da son yıllarda her yıl en fazla 25 bin yeni sosyal konut inşa edildi.

Bu, sosyal konutların sayısındaki düşüşü durdurmak için bile çok az, çünkü bu konutlar, korkunç kiralarla delicesine kızışan özel konut piyasasına atılmadan önce yalnızca sınırlı bir süre için sosyal konutlara bağlıdır.

1990 yılında Almanya’da hâlâ 2.8 milyon sosyal konut vardı. 2006 yılında bu sayı 2.1 milyondu. Bugün ise sadece bir milyon. Sosyal konut sayısındaki bu ciddi düşüş, kiralardaki patlamayla birleşince evsiz insan sayısında bir patlamaya neden oluyor.

Alman sosyal konut sistemi, şu anda çok düşük olan yeni inşaat oranları göz önüne alındığında, sosyal konut birimlerinin sayısının her yıl azalmaya devam edeceğini garanti ettiğinden, bu durum daha da kötüye gitmeye devam edecek.

Evsizliğin bu sistematik, önceden programlanmış artışına öncelikle baskı ve polis taciziyle karşılık veriliyor. Bunun Berlin’deki örneklerinden biri, 2023 baharında dönemin Neukölln Belediye Meclisinin sosyal işlerden sorumlu üyesi ve şu anda Eğitim Senatosunda Gençlik ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Falko Liecke (CDU) tarafından sunulan “Evsizlik Rehberi”. Liecke, evsizlerin mezarlıklardan, meydanlardan ve okulların yakınındaki yeşil alanlardan polis tarafından tahliye edilmesi çağrısında bulunuyor ve evsizliği bir “güvenlik riski” olarak ilan ediyor. Bu yasa ve düzen yaklaşımı, “yardım teklifleri” almış ve bunları reddetmiş bir kişinin dışarıda uyumasının nihayetinde “gönüllü evsizlik” olduğu iddia edilerek meşrulaştırılıyor.

Tabii ki bu “yardım teklifleri” genellikle acil durum konaklama yerlerinde konaklamayı içeriyor. Evcil hayvan getirmenize izin verilmeyen ve genellikle eşinizi getiremeyeceğiniz acil durum konaklama yerleri. Genellikle aşırı kalabalık olan, hiçbir mahremiyet sunmayan ve küflü duvarlardan tamamen pis sıhhi tesisatlara kadar felaket yaşam koşulları sunan acil durum barınakları. Acil durum barınakları genellikle şiddet ve psikolojik sorunlu oda arkadaşlarıyla çatışmalarla karakterize edilir. Genellikle gecede sadece birkaç saat kalmanıza izin verilir ve sabah erkenden, iyi bir uyku çekemeden dışarı atılırsınız. Liecke ve onun gibi düşünen sayısız yerel politikacıya göre bu koşullara dayanabileceğine güvenmeyen ve bu nedenle geceyi dışarıda uyku tulumunda geçirmeyi tercih eden herkes “gönüllü olarak evsizdir”.

Alman devletinin evsizlik patlamasının giderek genişleyen insani felaketini seyretme konusundaki istekliliğiyle ilgili paradoks görünen şey, bu evsizliği sürdürmenin aslında ona çok paraya mal olduğu gerçeği. İlk olarak, acil durum sığınmaevleri ve personeli, insanlara kendi küçük konutlarını temin etmelerinden daha pahalı. İkinci olarak, sokaklardaki korkunç yaşam koşulları, evsiz insanların sürekli olarak hastanelere ve psikiyatri koğuşlarına düşmesi ya da suça itilmesi ve hapishaneye girmesi anlamına gelmektedir ki bunların hepsi son derece yüksek maliyetlidir. Üçüncüsü ise, evsizliğin bu durumdan etkilenenlerin işe dönmelerini neredeyse imkansız hale getirmesidir;  sabit bir mesken olmadan iş bulmak neredeyse imkansız olduğu gibi evsizlik aynı zamanda akıl hastalığı tedavisini veya başarılı bir uyuşturucu bırakma sürecini de imkansız hale getirmektedir.

Konuyla ilgili tüm çalışmalar, evsizliği yönetmenin sadece insanlık dışı olmadığını, aynı zamanda her evsize koşulsuz olarak kendi evini sağlayan “önce barınma” yaklaşımıyla evsizliği sona erdirmekten çok daha yüksek maliyetlere neden olduğunu açıkça gösteriyor.

Yerelden federal düzeye kadar tüm sorumlu politikacıların bu durumdan haberdar olduğuna şüphe yok. Alman devleti, evsizliği sürdürmenin kendisine çok pahalıya mal olduğunu biliyor. O zaman bir düzine insan için pilot projeler dışında Almanya’da neden hâlâ konut öncelikli bir politika yok? Devlet neden çok daha az paraya yeni sosyal konutlar inşa etmek yerine yüz binlerce insanın sokaklarda ve acil barınma yerlerinde yavaş yavaş çürümesine ve yok olmasına izin veriyor?

Eğer devlet konut krizini çözmek için milyonlarca kamu sosyal konutunu ihtiyacı olan herkesin kullanımına sunarsa (Ki Üçüncü Reich’tan bu yana en büyük yeniden silahlanma programı için 100 milyar avro daha harcamaya karar veren bir devletin bunu finansal olarak yapabileceği şüphesizdir), bu emlak sermayesine karşı bir savaş ilanı olacaktır. Konut krizini çözmek için gerekli olan ölçekte bir devlet konut programı, kaçınılmaz olarak serbest piyasadaki kiralarda önemli bir düşüşe yol açacaktır  ve bu, emlak sermayesinin en fanatik lobi partisi olan Hür Demokrat Partinin (FDP) yer aldığı bir hükümetin çıkarlarına pek uygun olamaz.

Bunun başka bir yönü daha var. Herkesin her zaman, karmaşık olmayan, koşulsuz bir şekilde barınma ve temel hizmetlere erişim hakkı olursa, yani kişinin varlığını tehdit eden bir yoksulluğa düşmesi kategorik olarak imkansızsa, o zaman işsizlerin müzakere pozisyonu iyileşecektir. Artık yardım kesintileri nedeniyle evini kaybetme, hatta yardımların iptali ve mutlak sefalete sürüklenme tehdidi altında olmayan birinin iş bulma kurumu tarafından tamamen düşük ücretli ve ancak kabul edilebilir çalışma koşullarına sahip işleri kabul etmeye zorlanması mümkün değildir. Kapitalistler, güvenli bir geçim kaynağı sayesinde kendilerine daha fazla güvenen işsizleri en kötü işleri kabul etmeye ikna etmek için daha yüksek ücretler ödemek ve daha iyi çalışma koşulları sunmak zorunda kalacaklardır. Dolayısıyla bu, daha yüksek iş gücü maliyetleri ve dolayısıyla “bir iş yeri olarak Almanya” için potansiyel olarak daha düşük rekabet gücü anlamına gelecektir ki bu da Alman sermayesi için kötü olacaktır...

İşsizlik o kadar korkunç, o kadar ürkütücü hale gelmeli ki, insanlar iş bulma kurumunun eline düşmemek için ne kadar sefil olursa olsun her işi kabul etmeye daha istekli olsunlar. Sonuç olarak Almanya, halkı giderek yoksullaşan, ancak düşük iş gücü maliyetleri sayesinde ucuza ihracat yapabildikleri için kapitalistleri hâlâ rekor kârlar elde eden düşük ücretli bir ülkeye dönüştü.

“İhracat dünya şampiyonu Almanya’nın” başarı modeli, kendi halkını berbat, düşük ücretli işleri kabul etmeleri için tüm geçim kaynaklarını ellerinden almakla tehdit ederek uyumlu hale getirmeye dayanıyor. Planlı olsun ya da olmasın, bu konuda belli bir dereceye kadar evsizlik destekleyici, eğitici bir işlev görüyor: Köprünün altında donan evsiz, iş bulma merkezi tarafından sürekli baskı ile taciz edilen işsiz kişiye, itaat etmezse işlerin daha da kötüye gidebileceğini hatırlatır. Bu onlara, asgari ücret karşılığında yıpratıcı bir işte sömürülmeyi inatla reddetmeleri halinde geçim kaynaklarını kaybetmekten korunmadıklarını hatırlatıyor. Ellerindekine şükretmeleri gerektiğini de…

Çeviren: Semra Çelik

Göç yasası: Macron neden koruyu anayasa konseyine havale etti?

Joshua COHN
Revolution Permenante

Macron, Göç Yasası’nı Anayasa Konseyine havale ederken, eski NUPES (sol ittifak) partileri de yasayı değiştirmek için son bir girişim olarak ortak bir başvuru yaptı. İşte önümüzdeki günlerde olası bir kararda bizleri nelerin beklediğine dair bir bakış.

Macron, konuyu Anayasa Konseyine havale etmekle, daha önce de açıkladığı üzere, ikili bir amaç gütmektedir. Hükümet, bir yandan Sağlık Bakanı Aurélien Rousseau’nun istifası olmak üzere kendi kampında çalkantılara neden olan şiddet yüklü ve ırkçı bir metni “anayasaya uygunluk” ve “temel haklara saygı” kılıflarına büründürerek meşrulaştırmaya çalışıyor. Diğer taraftan ise, aşırı sağın tarihi taleplerinin birçoğunu onaylayan bu metne adeta satış sonrası hizmet sağlamak ve kendi seçim çevresini korumak için Cumhuriyetçiler (LR) ile farklılıklarını yeniden teyit etmek amacıyla ilk hükümet taslağında yer almayan ve sağa verilen bazı hükümlerin iptal edilmesini sağlamaya çalışıyor...

Otomatik ikamet hakkının sona erdirilmesi, yasa dışı ikamet suçunun geri getirilmesi veya yabancı öğrencilerin depozito ödemelerinin zorunlu kılınması gibi diğer tedbirler Anayasa Konseyinde potansiyel olarak reddedilebilir. Ancak, bu tedbirlerden bazıları kaldırılsa bile, Göç Yasası yine de son derece ırkçı ve gerici bir mevzuat olacak ve özellikle ilk hükümet taslağında öngörülen ve son versiyonda da yer alan sınır dışı etme prosedürlerinin kapsamının genişletilmesi ve hızlandırılması yoluyla valiliklerin yabancıları taciz etme yönündeki eğilimine bir yenisini ekleyecektir...

Bu gerici yasayla geniş çaplı bir seferberlik yoluyla mücadele etmek için herhangi bir planından kopuk olan bu parlamenter girişim, kurumlar içi demokrasi oyununu sanal bir gizlilik içinde sadakatle oynamakla yetiniyor; oysa Anayasa Konseyi, diğerleri gibi bir mahkeme olmaktan çok uzak ve yaratıcısı Michel Debré tarafından yürütmenin Parlamento üzerindeki “bekçi köpeği” olarak tasarlandı.

Yeni Göç Yasası’nın incelenmesini, 2018 yılındaki İltica ve Göç Yasası’nın Anayasa Konseyine gittiği benzer bir davayla karşılaştırabiliriz. Solun başvurusunda belirttiği yirmi kadar hükümden sadece dördü iptal edilmiş ve iltica hakkının kullanılmasını kısıtlayan ve idari gözaltı uygulamasını genişleten yasanın büyük kısmı onaylanmıştı.

Şimdi ise kararını vermek için bir ay süresi olan ve ocak ayında açıklanması beklenen Konseyin işi, hükümetin Göç Yasası’nda yaptığı son değişiklikleri uygulamak ve bu metnin maruz kaldığı teke tek mücadelenin ağırlığını biraz olsun hafifletmek amacıyla sağa verilen tavizlerden bazılarını iptal etmekten ibaret olacak. Bu yasanın temsil ettiği saldırıyla orantılı bir mücadele planının yokluğunda, kurumsal sol tarafından verilen önerge rutin ve tamamen parlamenter bir karaktere sahip olarak kalacak. Dahası yabancıların haklarını önemli ölçüde tırpanlayan bu yasanın geri çekilmesinin beklemek ise mümkün olmayacaktır.

Göç Yasası’na karşı mücadele, ister hükümetin ilk versiyonu, ister parlamento sağının sertleştirilmiş versiyonu, isterse de önümüzdeki ay Anayasa Konseyinden çıkacağına şüphe olmayan az çok düzenlenmiş metin olsun, yalnızca iş yerlerinde ve okullarda seferberlik yoluyla yürütülebilir; bu da işçi hareketinin liderlerinin sorumluluklarını üstlenmeleri ve yasanın tamamen geri çekilmesini sağlamak için bir mücadele planı oluşturması ile mümkündür.

Çeviren: Eren Can

2023 hükümetlerin iklim krizine baktığı ve aktivistlere zulmetmeye karar verdiği yıl oldu

Owen JONES
The Guardian

Adaletsizlik geçmişte kaldıysa ona karşı çıkmak kolaydır ve olaydan çok sonra kendinizi bir kahraman olarak hayal etmenin hiçbir maliyeti de yoktur. Şimdi herkes kadın hakları savunucularını kutluyor, ancak o zamanlar nefret dolu dönekler ve teröristler olarak kötüleniyorlardı. McCarthycilik bugün hem sağda hem de solda aşağılayıcı bir siyasi etiket olarak kullanılıyor, ancak McCarthyciliğin zirvede olduğu dönemde Senatör Joseph McCarthy’yi onaylayan Amerikalıların sayısı cadı avını onaylamayanların sayısından daha fazlaydı. Çoğu insan 1980’lerin Britanya’sının homofobisine karşı durduklarına inanmak isterdi ; yine de 1987’de Britanya halkının yalnızca  yüzde 11’i eşcinsel ilişkilerin “Hiç de yanlış olmadığına” inanıyordu.

Bu da bizi iklim aktivizmine götürüyor. Bu yıl, iklim krizinin en kötü etkilerini hafifletmek için daha fazla harekete geçilmesini isteyen insanlara karşı küresel bir saldırıya tanık oldu. Mahkemeler sert kararlar verebilir, ancak tarih de verebilir ve bilimsel kanıtlar bu kadar sağlamlaştığında ve aşırı hava olayları insan türünün karşı karşıya olduğu yakın tehlikeyi gözler önüne serdiğinde, alarmı yükseltenlere yönelik zulüm ve susturmanın nasıl arttığına dair gelecekteki kararını merak etmek zorundasınız.

Burada, Britanya’da, iklim taahhütlerinden -özellikle de petrol ve gaz lisanslarını genişleterek- cayan bir hükümet, aynı zamanda kendilerinden hesap soranları susturmak için baskıcı yasalar çıkarıyor.

İklim aktivistlerine verilen cezaların ardından, BM’nin iklim değişikliği ve insan hakları raportörü kasım ayında cezaların uluslararası hukuku ihlal edebileceğini öne sürdü. Nitekim bu ayın başlarında 57 yaşındaki iklim aktivisti Stephen Gingell altı ay hapis cezasına çarptırıldı. Suçu neydi? Yeni petrol ve gaz ruhsatlarını protesto etmek amacıyla barışçıl bir yavaş yürüyüşe katılmak; ki bu artık 2023 Kamu Düzeni Yasası tarafından yasaklanmış durumda. Bir ay içinde en az 470 barışçıl protestocu, Muhafazakar Parti iktidarı tarafından alınan otoriter tedbirlerin de yardımıyla tutuklandı.

İklim acil durumunun kendisi gibi, bununla mücadele edenlere yönelik zulüm de küresel bir fenomen. Dubai’deki son COP28 zirvesinde, protestocular kendilerinin ve pankartlarının ne söyleyebilecekleri ve nerede yürüyebilecekleri konusunda kısıtlamalara maruz kaldılar. Fransız hükümeti, iklim aktivisti Earth Uprising Grubunu şiddeti körüklediği gibi şüpheli bir bahaneyle yasa dışı ilan etti; bu durum insan hakları aktivistleri tarafından haklı olarak “Fransa’nın uluslararası hukuk çerçevesindeki yükümlülüklerini ihlal edecek şekilde tamamen orantısız” olarak nitelendirildi. Avustralya’da yeni yasalar iklim protestocularına karşı daha ağır hapis cezaları ve para cezaları getirdi.

İnsan Hakları İzleme Örgütünün de belirttiği gibi tüm bunlar, ülke “Son yıllarda rekor kıran sıcaklıklar, seller ve orman yangınlarıyla” karşı karşıya kalırken gerçekleşti. Bu arada Yeni Güney Galler’de iklim protestocularını cezalandırmaya yönelik yasalar geçen hafta “siyasi iletişim özgürlüğünü” baltaladığı gerekçesiyle anayasaya aykırı bulundu. Bu arada iklim aktivistleri, kendilerini tehlikeli aşırılık yanlıları olarak göstermeye yönelik koordineli girişimlere maruz kalmaktadır. Sağcı düşünce kuruluşlarından oluşan etkili bir küresel grup olan Atlas Network’ü ele alalım: Bu kuruluş, iklim aktivistlerini tehlikeli aşırılık yanlıları olarak şeytanlaştırmak için dünya çapında kampanyalar yürütülmesine yardımcı olmuştur. İklim platformu DeSmog tarafından hazırlanan bir rapor, bunun gerçek sonuçları olduğunu savunuyor: Alman iklim hareketi Last Generation’ın fiili teröristler olarak gösterilmesinden, aktivistlerine yönelik polis baskınlarının temelinin atılmasına yardımcı olan Atlas’ın bir parçası olduğu bildirilen İngiliz düşünce kuruluşu Policy Exchange’in, Extinction Rebellion’ı (Yokoluş İsyanı) “Liberal demokrasiyi ve hukukun üstünlüğünü yıkmaya çalışan aşırılık yanlısı bir örgüt” olarak suçlayan bir rapor yayımlamasına kadar.  (İngiltere Başbakanı) Rishi Sunak daha sonra Policy Exchange’in çalışmalarının, hükümetin bu tür protestocuları bastırmak için yasa tasarısı hazırlamasına yardımcı olduğunu söyledi.

Yine, torunlarımız, varoluşsal bir acil durumu ele almada günümüzün başarısızlıklarının sonuçlarıyla hırpalanmış bir dünyada yaşarken, gerçeklere tam olarak sahip olduğumuzu bilerek ne düşünecekler?

İki ay önce, uluslararası bir bilim insanları ekibi, dünyanın yaşamsal belirtilerinin insanlık tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar kötü durumda olduğu ve yaşamın geleceğini tehlikeye attığı konusunda uyarıda bulundu. Aşırı hava olaylarından kuraklığa, kıtlıktan zorunlu nüfus hareketlerine kadar, zor durumdaki iklim aktivistlerinin uyarıları dikkate alınmazsa kasvetli bir gelecek bizi bekliyor. Yaşananlar pek de incelikli değil. Gerçek aşırılık yanlılarının karbon emisyonlarını sınırlandıracak politikalarla mücadele ederek dünyamızın geleceğini tehlikeye atanlar değil, yaklaşan felaketi önlemeye çalışanlar olduğunu iddia etmek için hesaplı bir girişim var. Gerçek şu ki, bu iklim aktivistleri yanlış şekilde protesto ettikleri ya da yöntemleri verimsiz olduğu için değil, iklim acil durumunu daha dikkat çekici ve tartışılan bir konu haline getirmek için böylesine önemli bir platform elde ettikleri için hedef alınıyorlar.

Anlaşılır bir şekilde, gezegenin zararına kazanç elde eden çıkar çevrelerinin onları susturmak için her türlü nedeni var. İklim acil durumunun gerçek olduğunu kabul eden, ancak bu iklim aktivistleri onları susturmak için koordine edilmiş kampanyalarla karşılaştıklarında hiçbir şey söylemeyen, hatta kendilerini suç ortağı haline getiren yüksek sesli politikacılar var.

Geriye dönüp baktığımızda, kadınların oy kullanma hakkı için mücadele edenlerin, McCarthyci sindirme politikalarına karşı duranların ya da eşcinsel hakları için mücadele edenlerin haklılığını kabul etmek çok açık görünüyor. Ancak bunlar genellikle yalnız verilen mücadelelerdi ve tarih tarafından haklı bulunanlar o dönemde ağır bedeller ödediler.

İnsanlığın karşı karşıya kaldığı en büyük tehdit konusunda uyarıda bulunan iklim aktivistleri 2024 yılına kadar susturulursa, hepimiz kendimizi tahammül edilemez bir bedel öderken bulabiliriz.

 Çeviren: Sarya Tunç

Evrensel / 31.12.23