TİS, işçi sınıfının kazanımıdır. TİS, patronlar karşısında fabrika düzeyinde işçilerin bir sınıf olarak kendilerini ve örgütleri olarak sendikalarını kabul ettirmeleridir. Grup TİS’leri ise sözleşme kapsamındaki işçilerin çok daha ötesini etkileyen, sadece imzalanan sözleşme ile değil, sınıf hareketinin önünü açtığı koşullarda, sınıf hareketinin gelişimi açısından da imkanlar sunmaktadır.
Ancak mevcut sendikaların gerçekliği ve işçi sınıfının henüz onları aşabilecek bilinç ve örgütlülük düzeyine sahip olamaması sonucu TİS sürecinin barındırdığı olanaklar değerlendirilememektedir. Mevcut koşullarda işçi sınıfını düzen sınırlarında tutmanın, boyun eğdirmenin aracına dönüştürülmektedir.
TİS süreçlerinde işçi sınıfını kazanıma götürecek olan şey öncelikle mevcut sendikal düzeni ve sınırları onu aşma yollarıyla kavramaktan geçmektedir. Bununla beraber TİS’lerin, sınıf mücadelesinin devamlılığı içerisindeki yerini görebilmek gerekmektedir.
Kapitalizmin gelişimiyle beraber işçiler her geçen gün çok daha ağır koşullarda çalışmaya zorlandı. Üretim araçlarının gelişmişlik düzeyi ile binlerce işçi bir araya gelirken, iki sınıf -burjuvazi ve proletarya- arasındaki servet-sefalet uçurumu artmaya başladı. Emek sömürüsüne ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete dayalı burjuvazinin iktidarı, elindeki güç ve olanaklarla işçi sınıfını baskı altında tutmak için örgütlenmiş durumdadır.
Bütün bu gelişmeler karşısında dünyanın her yerinde işçiler, hakları için bir araya gelmeye, önceleri tek tek fabrikalar ve işletmeler düzeyinde, gitgide şehir ve ülke düzeyinde birliklerini kurma girişiminde bulundular. Her defasında iki sınıf karşı karşıya geldi. Güçleri oranında birbirlerine üstünlük kurdular. Uluslararası düzeyde işçi hareketi her defasında deneyim elde etti, bilinç ve örgütlenme düzeyi gelişti. Bu gelişim sürecinde sendikalar, sınıf mücadelesinin doğrudan ürünü olarak ortaya çıktı. İlk ortaya çıkışından itibaren burjuvazinin hedefinde oldular, diğer bütün işçi örgütlenmeleri ve birlikleri gibi. Burjuvazi, sendikaları kendi çıkarlarına hizmet etmeleri için de hedefine alırken, kah kendi sendikalarını kurarak, kah sendikaları ele geçirerek sınıf mücadelesine yön vermeye kalktı.
Türkiye’de sendikalar
Türkiye’de ilk sendikalar 1946’da devletten bağımsız bir şekilde kuruldu. Fakat ömürleri kısa oldu; 1947’de kapatıldılar. O güne kadar burjuvazinin etkisi altında olan işçi sınıfında bağımsızlaşma eğiliminin bir ürünüydü bu ilk sendikalar. 1947’de çıkartılan Sendikalar Yasası’ndaki grev ve siyaset yasağı, yasanın ardından kurulan sendikaların CHP ve DP etkisindeki sendikalar oluşu, Türkiye’de kuruldukları ilk andan itibaren sendikaların devlet güdümünde olması için yoğun bir çabanın harcandığını ortaya koyuyor.
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı ve sonrası dönemde gitgide ağırlaşan çalışma koşulları karşısında biriken öfkenin bir yansıması olan ilk sendikalar, gelişmekte olan işçi hareketinin birer ürünüydüler. 1952’de kurulan Türk-İş ile işçi sınıfında biriken bu öfke ve bağımsızlaşma eğiliminin önü alınmak istendi. Devlet eliyle kurulan Türk-İş, ABD sendikacılığının bir yansıması olmuş, anti-komünizmi temel ilke edinmiştir. Özellikle kamu alanındaki işçileri üye yapan Türk-İş ile devlet, gelişebilecek işçi hareketinin önünü almak istemektedir. Ancak çabaları sınıf hareketinin gelişimini baltalamaktan ve yavaşlatmaktan öteye gidemedi.
1963’teki Kavel Direnişi ile grev hakkının elde edilmesinin de etkisiyle özellikle özel işletmelerde işçi eylemleri büyüdü, militanlaştı. Devletle karşı karşıya gelen işçi sınıfı özellikle 1966 Paşabahçe Grevi ve Türk-İş bürokratlarının açık ihaneti ile devlet sendikacılığına karşı tepkisini güçlü bir şekilde göstermeye başladı. Bu süreç 1967’de DİSK’i yarattı. İşçi sınıfındaki bağımsızlaşma eğiliminin bir ürünü olan DİSK, işçi sınıfı için ileriye atılmış bir adımdı. Ancak DİSK de işçi sınıfının bağımsız siyasal sınıf çıkarlarını temsil etmemekteydi. Tabandaki dinamizmine karşı yönetimi, ufku düzeni aşmayan, düzen kurumları sınırlarında bir sendikal anlayışın temsilcisiydi.
DİSK’in kapatılmasını getiren sendikalar yasasına karşı 15-16 Haziran’da yüz bini aşkın işçi sokağa dökülürken, DİSK bürokratlarının eylemin önünü almak için elinden geleni yapıyor oluşu ve eylemler sonrasında öncü işçi kuşağının biçilmesine karşı sessiz kalışları, DİSK’in anlamını ve sınırlarını ortaya koymaktaydı.
1970’ler ise gerek gelişen işçi hareketinin bu deneyimleri, gerekse de ‘71 devrimci kopuşunun etkisiyle iki sınıf arasındaki mücadelenin gitgide keskinleştiği bir dönem olarak yaşandı. 12 Eylül öncesinde yüz bini aşkın işçi eylemde ve grevdeyken, sermaye devleti işçi sınıfına yönelik saldırı olan 24 Ocak kararlarını uygulayamamaktaydı. 12 Eylül ile grevler yasaklanırken DİSK de kapatıldı. Bütün bunlar toplumun üstünden bir silindir gibi geçilerek perçinlendi.
12 Eylül’ün ardından Türk-İş fabrikalara sokuldu. Özellikle büyük metal fabrikalarına Türk Metal’in girmesiyle devlet ve sermaye rahat bir nefes aldı. 12 Eylül öncesinde TİS’te anlaşmazlık sürecinde veya grevde olan bütün fabrikalarda eylemlerin ve grevlerin yasaklanması 12 Eylül’ün rolünü açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bugün yasaklanan grevler, ilan edilen OHAL, 12 Eylül rejiminin ve anlayışının devam ettiğinin en açık göstergelerindendir.
12 Eylül’ün mirası olarak metal fabrikalarında Türk Metal çetesi MESS ile işbirliği içerisinde saltanatını sürdürmektedir. Metal işçisinin Türk Metal çetesinden kopma, bağımsızlaşma eğilimi baskıyla, işten atmalarla karşılanmaktadır. Devlet güdümlü sendikal anlayışın baş temsilcisi olan Türk-İş ve Türk Metal işçi hareketini belli bir çizgide tutmanın, işçi sınıfına boyun eğdirmenin örgütleridir.
Tabandan yükselen militan işçi eylemlerinin, fiili grevlerin, fabrika işgallerinin bir ürünü olarak doğan DİSK, tarihinin hiçbir döneminde kendisini doğuran ve var eden koşulların temsilcisi ve ileriye taşıyıcısı olamamıştır. 15-16 Haziran’da hareketin önüne geçmesinden 12 Eylül darbesi karşısında sınıfa öncülük edememesine ve bugün gelinen yerde sınıf içinde biriken öfkeyi ve potansiyeli harekete geçirememesine kadar hemen her aşamada bu böyledir. Elbette bu sadece DİSK’in ve DİSK yöneticilerinin sorunu değildir. Bu, bir yanıyla DİSK’e hakim siyasal anlayışın sınırlarını gösterirken, bir yanıyla da artık oturmuş bir sendikal anlayışın temsilcisi olması gerçeğini göstermektedir. Tabandan yükselen seslere kulaklarını tıkaması, süreç içerisinde yükselen işçi hareketini kucaklayacak zeminden kopması, yönetiminin bürokratlaşması vb. ile bugünkü DİSK gerçeği karşımızdadır.
Bütün bunların bir sonucu olarak mevcut sendikal düzen ve anlayış işçi sınıfının mücadelesinde bir engele, sermayenin sınıf içindeki şebekesine dönüşmüştür. İşçi sınıfı kazanmak istiyorsa, her adımda bu şebekeyle hesaplaşmak ve bu engeli aşmak zorundadır.