İşçi sınıfı ve emekçilere dönük saldırıların ardı arkası kesilmiyor. Peş peşe gelen zamlar, vergi soygunlarının artık katlanılamaz oranda arttırılması, döviz kurlarının yükselmesi ve artan enflasyonla birlikte ücretlerin erimesi işçi ve emekçilere ancak nefes alacakları kadar bir yaşam alanı bırakıyor. Sermaye iktidarının son ek bütçe düzenlemesi de tümüyle işçi ve emekçilere kaşıkla verilenin kepçeyle alınarak sermayeye kaynak aktarmak için hazırlandığı açıktır.
Yoksulluk sınırının 30 bini TL’yi aştığı bugünlerde ne asgari ücrete ne memura ne de emekliye yapılan zamların artan enflasyon karşısında hiçbir hükmü kalmamıştır. Günü kurtarmaya dönük uygulanan bu ekonomi politikalar uzak olmayan bir gelecekte ekonomik iflasın adeta habercisi gibidir. Öyle ki yine Körfez şeyhlerinden para dilenmeye çıkmış durumdalar.
Geçen hafta belediye işçileri yarım günlük iş bırakma eylemi gerçekleştirdi. Belediye işçilerinin eylemlerinde öne çıkan talepler ise, toplu sözleşme sonrası eriyen ücretleri için ek protokol, gelir vergisinde adalet, taşeron işçilerin kadroya geçirilmesi ve ilave tediye hakkı idi. Birçok ilde gerçekleşen eylemlerde işçilerin öfkesi ve coşkusu gözlemleniyordu. Ancak gelinen aşamada işçilerin tabandan yükselen tepkileriyle hayat bulan bu eylemler anlamlı olsa da saldırının mahiyeti ve kapsamı düşünüldüğünde yeterli olmayacağı açıktır.
Belediye işçilerinin eylemlerinin yanı sıra sendikal örgütlenme hakkı için direnişte olan işçiler ile ücretlerinin artırılması için eyleme geçen irili-ufaklı eylemliliklerden söz edebiliriz.
Belediye işçilerinin sözleşmelerinin tamamlanmasının ardından ücretleri enflasyon karşısından hızla eridi. Bunun dışında taşeron işçilerinin çalışma koşullarından kaynaklı sorunları yıllardır sürüyor. Birçok yerde taban basıncıyla sendikayı eyleme zorlayan bir dinamik mevcut. Ancak gerçekleştirilen son eylemler anlamlı olsa dahi iş bırakmanın yarım günle sınırlı olması ve birçok belediye biriminin bu eylemlere katılmaması ciddi bir zayıflığa işaret ediyor.
Geçen hafta gerçekleşen eylemlere katılan belediye işçileri öfkeli ve coşkuluydu. Ancak İzmir’de 30 bin üyesi bulunan Genel-İş'in eylemine 500-2000'i aşmayan bir kitle katıldı. İleri sürülen taleplere rağmen, bu taleplerin kazanılması için zorlayıcı bir hatta yürünmediği de açıktı. Öyle ki üye işçilerin büyük çoğunluğu iş bırakma eylemini sendikanın sosyal medya hesabından öğrendi. Buna şaşmamak gerekir.
Keza Genel-İş Genel Başkanı Remzi Çalışkan, eylemin duyurusunun yapıldığı açıklamada, kendi üyelerini mücadeleye çağıran bir konuşma yaptı. Remzi Çalışkan’ın konuşmasına dair söylenecek birçok şey var ancak mevcut durumu anlamak için şu sorulabilir:
Bir sendika yöneticisi kendi sendikasında örgütlü işçisiyle eylemi örgütlemek yerine niye onları eyleme çağırıyor?
Üyelerini sürecin bir parçası yapmayan, işçinin taban basıncına rağmen yukardan örgütlenen ve bir haftadan kısa bir zamanda duyurusu yapılan bir eylemin hem katılım bakımından hem de etkisi bakımından böyle zayıf bir sonucun ortaya çıkması şaşırtıcı değildir. Remzi Çalışkan, yaptığı basın toplantısında kendisine “eylemler sonuç üretmezse nasıl bir eylem planınız var” sorusuna verdiği yanıt ise, “başkanlar kurulu var orada tartışacağız” demek dışında bir şey değildi.
Öncelikle bu konumlanmanın işçiler için yarattığı sonuçlara bakmak gerekir. Birincisi, karar almadan uygulama süreçlerine kadar işçiyi edilgen hale getiren bu duruş, işçinin mücadele kapasitesini ve dinamizmini körelten bir tutum ifade etmektedir. Önemli bir diğer nokta ise mücadele ettiğiniz sermeye ve iktidarına karşı gücünüzün ve örgütlülüğünüzün ne kadar zayıf olduğunu açığa çıkaran bir tablonun oluşmasına yol açmaktadır. Tabanın basıncı üzerine “dostlar alışverişte görsün” mantığıyla yapılan her eylem, bırakın işçilerin mücadele kapasitesini açığa çıkarmayı başta kendi gücü olmak üzere eylemlere ve üyesi olduğu sendikaya güvensizliği arttırmak dışında bir işlevi olmaz. Bu saldırı dalgası karşısında işçilerin sokağa çıkmış olması anlamlı olsa da nasıl örgütlendiği, ne amaçlandığı ve belediye işveren karşısında nasıl bir zorlayıcılığı olduğu temel önemdedir. Bugün özellikle Genel-İş'in örgütlü olduğu birçok belediyenin CHP belediyesi olması ve Genel-İş'in CHP ile olan bağı düşünüldüğünde, mücadelenin sınırları daha baştan çizilmiş oluyor. Toplu sözleşmeler bitip geriye dönük hakların talep edilmesi için bile bir zorlayıcılık yokken sendika maalesef işbirlikçi bir konuma düşmüş oluyor.
Eriyen ücretler için ek protokol talebi, kadro talebi, gelir vergisinde adalet talebi belediye işçilerinin yaşam hakkı talebiyle eşdeğer talepler. Ve bu taleplerin elde edilebilmesi için yapılması gereken birçok şey var.
Öncelikle CHP belediyelerinin de işveren olduğu zihinlere kazınmalıdır. İşçi sınıfı ve sermaye arasındaki temel çelişkiyi silikleştiren bir yaklaşımdan bir an önce vazgeçilmeli ve örgütlenecek eylemler “sınıfa karşı sınıf” bakış açısıyla örgütlenmelidir. Önemli bir diğer nokta ise, edilgenleştirilen işçilerin tüm sürecin etkin bir öznesi olması için var olan işyeri komiteleri işletilmeli, olmayan yerlerde komiteler oluşturulmalı ve karar yetkisi bu komitelerde olabilmelidir. Yılların birikmiş tortularıyla hareket eden sendikal bürokratik anlayışla hesaplaşmadan bu sürecin örgütlenmesi oldukça zordur.
Zamlar ve vergi adaletsizliği ise sermayenin yıkım politikalarıyla hesaplaşmanın önemli bir ayağıdır. İşçilerin siyasal olarak aydınlatılması ve bilinçlendirilmesi de bir başka önemli başlıktır. Keza saldırı dalgası tüm işçi ve emekçileri yoksullaştıran bir nitelik taşıdığı yerde birleşik mücadelenin önemi açıktır. Dolayısıyla işkolu olarak örgütlenen eylemliklerle birlikte daha genel düzeyde eylem biçimlerini örgütlemenin imkan ve araçları tartışılmalı, birleşik-militan bir eylem hattının örgütlenmesi için sendikalar göreve çağrılmalıdır.
Ancak sendikaların bugünkü mevcut durumu ve işlevi düşünüldüğünde, görev bir kez daha öncü işçilerin omuzlarındadır.
İzmir’den sınıf devrimcileri