İstanbul Sözleşmesi Erdoğan tarafından bir gece yarısı kararnamesi ile feshedildi ve 1 Temmuz günü yürürlükten kaldırıldı.
Yargısı ve kolluğu ile sözleşme hükümlerinin uygulanmasına direnç gösteren dinci-faşist iktidar, sözleşmeden tümüyle çıkarak, kadına yönelik şiddete dair imzalamak zorunda kaldığı uluslararası sözleşmelerin yasal hükümlerinin bir kısmından kurtulmuş oldu. Erdoğan’ın 1 Temmuz günü açıklamak ihtiyacı duyduğu “Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele 4. Ulusal Eylem Planı” ise, kadına yönelik şiddetle mücadeleye dair hiçbir yaptırım içermiyordu.
Sözleşmenin yürürlüktün kaldırıldığı gün göstermelik olarak kadına yönelik şiddete karşı “eylem planı”nın açıklanmasının gerisinde, kadın hareketinin etkisi ve sözleşmenin feshedilmesine dönük eylem pratiği yatmaktadır. Başta kadına yönelik şiddet olmak üzere AKP iktidarının kadınlara yönelik politikalarına karşı yükselen kadın hareketi, sözleşmenin feshinin gündeme gelmesinin ardından ilerici-devrimci güçlerle birlikte eylemli tepkilerini ortaya koymuştu. Genel toplumsal tepki ve yaygın kitlesel eylemler sonucu iktidar, geçtiğimiz aylarda feshi kararını geri çektiğini açıklamak zorunda kalmıştı. Ancak ilerleyen süreçte, iktidarın yaşadığı çok yönlü sıkışmanın ürünü olarak sözleşme feshedildi. Kadınlar pandemi koşullarına rağmen eylemli tepkileri büyüterek, bu kararı tanımadıklarını ilan ettiler.
19 Haziran’da İstanbul’da gerçekleşen merkezi mitingin ardından sözleşmenin yürürlükten kaldırıldığı 1 Temmuz’a kadar pek çok ilde parça parça eylemler yapıldı. 1 Temmuz günü ise Türkiye’nin dört bir yanında kitlesel ve militan eylemler gerçekleştirildi. Kadın hareketinin toplumsal muhalefetin en dinamik kesimlerinden biri olduğunu bir kez daha ortaya koyan bu eylemli süreç, fesih kararının kadınlar için yok hükmünde olduğunun ilan edilmesi açısından önem taşıyordu.
Saldırılar sürecek!
AKP-MHP iktidarının İstanbul Sözleşmesi karşıtlığı hiç de “eşcinselliği savunuyor” olmasından kaynaklanmıyordu. Bu karar, dinci gerici iktidarın, kadın-erkeğin eşitliğine karşı çıkan, kadının haklarını değil ailenin sürekliliğini esas alan bakışının ürünüdür. Bu nedenle kadınların kazanılmış hakları bir bir gasp edilmekte, yaşamları sürekli baskı altına alınmaktadır. İstanbul Sözleşmesi’nin ardından bu sözleşmeyle uyumlu 6284 sayılı yasanın kaldırılması, kadınların nafaka hakkına göz diken ve kadınların boşanmasını zorlaştıran yasal düzenlemeler de gündemdedir. Çocuk yaşta evliliği meşrulaştıran yasa tepkiler sonucu defalarca geri çekilse de, hala iktidarın masasında olduğu bilinmektedir. İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükten kaldırılmasının daha ilk haftasında çıkarılan 4. yargı paketinde yer alan çocuk istismarında “somut delil şartı” maddesi ise, iktidarın saldırı kararlılığının işaretidir.
Bu kapsamlı saldırılara karşı verilecek mücadeleye, geride kalan sürecin deneyimleri ışığında bakmak gerekmektedir.
Dünden bugüne kadın hareketi
Emperyalist-kapitalist sistemin yapısal krizlerinin derinleştirdiği yoksulluk, sömürü ve şiddete karşı dünya çapında yükselen bir kadın hareketi ile karşı karşıyayız. Türkiye’de de bu tabloya paralel olarak gelişen, AKP iktidarının dinci-gerici politikalarından beslenen erkek egemen düzene karşı adım adım yükselen bir kadın hareketi sözkonusu.
AKP iktidarının uyguladığı politikalara karşı sokağın gücünü kullanan kadın hareketi, Haziran Direnişi’nin sağladığı itilimin yanı sıra kadın cinayetlerinin toplum ölçüsünde yarattığı toplumsal tepkiden de güç alarak gelişti. Dinci-gerici iktidarın kadınlara dönük politikalarına, çocuk istismarını meşrulaştıran yasal girişimlere karşı gösterilen tepkiler de kadın hareketini güçlendirdi. Kapsamlı saldırılara karşı süreklilik kazanan tepkiler, sokağın gücüyle etkisini artırdı. Bu saldırılara karşı tepkilerin yanısıra, 8 Martlar ve 25 Kasımlar ülke çapında kitlesel eylemlere sahne oldu.
İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi kararının alınmasından yürürlükten kalktığı sürece kadar -pandemi koşullarına rağmen- gerçekleşen yaygın, kitlesel ve militan eylemler kadın hareketini toplumsal muhalefetin en diri gücü olarak öne çıkardı.
Bu süreç aynı zamanda kadın hareketinin önderlik eden feminist hareketin yapısal zaaflarını da ortaya koydu. Bu zaafların kaynağında kadın sorununu ele alış yatıyor. Sorunu toplumsal bir sorun olarak ele almamak, erkeği sorunun asıl müsebbibi görerek salt kadınlarla çözme bakışıyla hareket etmek, mücadeleyi daraltıp sınırlayan, mücadele güçlerini bölen sonuçlara yol açmakta ve erkeği bu mücadele içinde dönüştürme imkanını ortadan kaldırmaktadır.
Sözleşmenin feshedilmesi kararına karşı gelişen süreçte yapılan “hayatı durdurma” çağrılarına rağmen, işçi sınıfı ve emekçileri, sendikaları, farklı toplumsal bileşenleri seferber etmek ve hareketi birlikte örgütlemekten uzak durulması feminist hareketin yapısal zayıflığının ürünüdür.
Bir diğer zayıflık alanı, kadın hareketinin sınıfsal bileşimidir. Kapitalist toplumda kadın sorunu elbette tüm kadınların sorunudur. Ancak baskı, ezilmişlik ve şiddetten doğrudan etkilenen, sonuçlarını en ağır bir şekilde yaşayanlar emekçi kadınlardır. Karşı karşıya kalınan şiddet ve kadın cinayetlerine bakıldığında, emekçi kesimden gelen kadınların ağırlıklı yer tuttuğu görülmektedir.
Dolayısıyla bu saldırı karşısında harekete geçirilmesi, bilinçlenmesi, örgütlenmesi gerekenler emekçi kesimlerdir ancak bu temelde ilişkilenme sınırlıdır. Sözleşmenin feshine dönük eylemli süreçte sürmekte olan, her birinde kadınların yeraldığı işçi direnişlerine ilgisizlik bunun somut örneğidir. Üstelik bu direnişlerde kadın işçiler, kapitalistlerin ve kolluk güçlerinin açık şiddetiyle karşı karşıya kaldıkları halde... Sinbo direnişçisine dönük saldırıya mücadele içindeki en ileri kesimler daha ilgisiz kalmıştır.
Sınıfsal konumla bağlantılı olarak, hareketin öne çıkan talepleri de kadınların cinsel baskı ve ezilmişliği sınırlarında ele alınmaktadır. AKP’nin izlediği politikalarda cinsel baskı ve eşitsizlik öne çıksa da, aynı zamanda kadın emeğine dönük kapsamlı saldırılar sözkonusudur. Kadın emekçilerin yaşadığı sorunlar her geçen gün boyutlanmakta, pandemi süreci bu durumu daha da ağırlaştırmaktadır. Kadına yönelik şiddetten bağımsız ele alınamayacak bu sorunlar ve talepler kadın hareketinin gündeminde yeralmamaktadır.
Bir diğer nokta, kadın hareketinin parçalı yapısı ve temel özneleri açısından dahi dayatmacı tutumudur. Yıllardır “karma” katılan devrimci-sol güçlere dönük yasakçı tutumlar, geçtiğimiz eylemli süreçte, hareketin farklı bileşenleri tarafından birbirlerine karşı da geliştirilmiştir. Bu tutum nedeniyle 19 Haziran mitingi ile 1 Temmuz eylemi farklı bileşenler tarafından örgütlenmiş, bu da katılımı sınırlandıran bir rol oynamıştır.
Bu süreç bir kez daha devrimci bir sınıf hareketi ihtiyacını ortaya koymuştur. Zira kadına yönelik saldırı politikaları ve şiddet sosyal sorunlarla birlikte ele alınabildiği, farklı toplumsal mücadele dinamiklerinin ortak mücadelesi örgütlenebildiği koşullarda püskürtülebilir. Ancak devrimci bir sınıf hareketinin gelişimi kadınların hakları ve eşitliği mücadelesinin doğru bir çizgide ilerlemesini sağlayabilir.