Uzun dönemdir “yerli ve milli” söylemine dayalı bir propaganda yürüten AKP-MHP gerici ittifakı, böylece emperyalistlere göbekten bağımlı oldukları gerçeğini gizlemeye çalışıyordu. Batıya “dil uzatan” nutuklar, sahte kabadayılık gösterileri bu yalana inandırıcılık kazandırmak içindi. Bu söylemler rejimin peşine takılan kitleyi bir süre için etkilese de, ekonomik, sosyal ve siyasal planda derinleşen krizin üzerini örtmek artık mümkün olamıyor. Kontrolden çıkarak hızla tırmanan Covid-19 salgını da toplumun sağlığını tehdit eden bir kriz boyutuna ulaşmış bulunuyor. Ekonomik-mali iflas tablosunun da etkisiyle rejim salgına karşı tek bir ciddi tedbir almıyor, alamıyor.
Kapitalizmin krizi ile dinci-faşist iktidarın krizlerinin birbirini beslediği koşullarda çürüme, kokuşma, yozlaşma, kirli ayak oyunları hiçbir dönem olmadığı kadar ayyuka çıkmış durumda. Faşist bir katil, düzen yasalarına göre “organize suç örgütü şefi” olan Alaattin Çakıcı, son günlerde rejimin sözcüsü havalarında açıklamalar yapıyor, iğrenç tehditler savuruyor. Bununla birlikte, hem AKP ile MHP arasında hem de AKP bünyesindeki çatlaklar kendini dışa vuruyor. “Saray oyunları”nın biri bitmeden diğeri başlıyor. Rejimin krizi öyle bir noktaya gelmiş bulunuyor ki, düne kadar Erdoğan’ın “veliahtı” sayılan damat Berat Albayrak bir anda bir kenara itiliyor.
Faiz lobisinin ayaklarına kapandılar
“Yerli ve milli” söylemine şimdilik ara vermiş görünen rejimin efendileri, iflasın eşiğine gelen ekonomiyi düze çıkarabilmek için uluslararası finans şirketlerinin, onların deyimiyle “faiz lobisi”nin ayaklarına kapandılar. Bunu yapmak bizzat tek adam rejiminin başına düştü. “Faiz lobisine çağrı” niteliğinde bir konuşma yaparak, istedikleri her güvencenin verileceğini vadetti ve Türkiye’ye gelmelerini istedi. Hemen ardından Merkez Bankası faiz oranlarını yükselterek, Erdoğan’ın verdiği teminatın boş olmadığını gösterdi.
Emperyalist-kapitalist sisteme göbekten bağımlı bir ülkede, “yerli ve milli” safsatalarıyla, tam bir iflası yaşayan ekonominin çarklarının dönmesi mümkün değil. Yağmaya, talana, yolsuzluğa, vurguna, hırsızlığa dayalı bir düzen kuranların, doların yükselişini önlemek için Hazine’yi boşaltanların, yayılmacı-fetihçi hayaller uğruna askeri harcamaları tırmandıranların “faiz lobisi”nin ayaklarına kapanmaları kaçınılmazdı ve öyle oldu. Düne kadar “faiz lobisi”ni yerden yere çalan “dünya lideri” Erdoğan’ın bizzat kendisi “faiz lobisi”nin kapısına düşmüş bulunuyor. İçine düştükleri bu durum, ne denli derin bir çıkmaz içinde debelendiklerini ortaya koyuyor.
Kapitalistler için “şahlanma dönemi” başlıyor!
“Faiz lobisi” ve Türkiye’deki uzantıları güvenceyi aldıktan sonra piyasalara doların akışı başladı. Rejimin şefi Erdoğan’ın tam bir pervasızlıkla emekçilere “acı reçete için hazır olun” mesajı vermesi de bunda önemli bir rol oynadı. Zira “acı reçete” demek, sömürünün daha da katmerlenmesi, emekçi kitlelerin daha da yoksullaştırılması, böylece kapitalistlerin ve “faiz lobisi”nin kârlarının güvenceye alınması demektir.
Uluslararası finans tekellerinin rızasını aldığını düşünen AKP şefi Erdoğan, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği üyeleri huzurunda yaptığı konuşmada, şu “büyük müjde”yi verdi: “Yerli ve yabancı sermaye için en uygun yatırım koşullarını oluşturuyoruz. Türkiye şahlanış dönemine giriyor.”
Sermaye sınıfının talep ettiği koşulların sağlanacağını söyleyen Erdoğan, hangi sınıfın temsilcisi olduğunu da son derece net ifadelerle ortaya koydu: “18 yıldır ekonomiyle ilgili aldığımız tüm kararlarda, attığımız tüm adımlarda sizlerle birlikte oluşturduğumuz ortak akıldan faydalanıyoruz.”
Bu sözler, bugüne kadar tüm ekonomik kararların ve emekçilere dönük saldırıların kapitalistlerle oluşturulan “ortak akıl”la alındığının itirafıdır. Kapitalistlere “şahlanma” vadeden Erdoğan’ın emekçilere “acı reçeteye hazır olun” pervasızlığını sergilemesi de sınıfsal tutumunun çarpıcı bir göstergesidir.
Süreci işçi sınıfının mücadele kararlılığı belirleyecek
Dinci-faşist iktidarın “yerli” ve yabancı kapitalistlerle oluşturduğu “ortak akıl”la hareket ettiği elbette bir sır değildir. Pervasızlık, bunun açıkça ilan edilmesindedir. Bu “ortak akıl” yıllardır işçi sınıfı ve emekçiler için işsizlik, yoksulluk, sefalet, yıkım ve ölüm üretmektedir.
Bugün Türkiye’de açlık sınırında yaşayanların sayısı on milyona yaklaşmış, işsizlik kitlesel boyutlara ulaşmıştır. Buna rağmen bu sefahat düşkünleri yeni saraylar inşa ediyorlar. İşçi ve emekçilere açlık ve yoksulluğu dayatırken, 7 uçak kaldırarak Kıbrıs’ta piknik yapmaya gidiyor, onbinlerce cihatçı katile maaş ödüyor, büyük müteahhitlere on milyarlar akıtıyor, silahlanma ve örtülü ödenek için milyarlar harcıyorlar, vb…
İşçi sınıfının, emekçilerin ve yoksulların zaten bir yıkımı yaşadıkları bir süreçte “acı reçete” dayatmak, AKP-MHP rejiminin emekçi düşmanı karakterinin yeni bir kanıtıdır. Önümüzdeki dönemde sorunların daha da ağırlaşacağını göstermektedir.
Sürecin seyrini, işçi sınıfı ve emekçilerin rejimin pervasızlığına karşı nasıl bir tepki vereceği belirleyecektir. İşsizlik, yoksulluk ve sefalet sineye mi çekilecek, yoksa direniş bayrağı mı yükseltilecektir?
Mevzi direnişlerle sınırlı olsa da bugün işçi sınıfı birçok fabrika ve işletmede mücadelenin yolunu tutuyor. Maden işçileri örneğinde olduğu gibi, kararlı ve ısrarlı direnişler örgütlenebiliyor. Mevzi direnişlerdeki artış, sınıf saflarındaki mücadele eğiliminin dışa vurumudur. Henüz yerel sınırları aşamasa da bu direnişler büyük bir önem taşımaktadır. Bunların yayılması ve giderek birleşme eğilimine girmesi, sınıf hareketini sıçramalı bir gelişim aşamasına taşımanın imkanına dönüşebilir.
Dolayısıyla önümüzdeki süreçte fabrika ve işletme eksenli direnişlere müdahaleler ile birlikte örgütlü, birleşik ve devrimci bir sınıf hareketini geliştirme perspektifiyle hareket etmek, bu bilinci sınıfa taşıyan bir faaliyeti örgütlemek kritik önemdedir. Zira, ardı arkasının kesilmeyeceği ilan edilmiş bulunan saldırı “ortak akıl” ile yürütülen sınıfsal bir saldırıdır ve ancak topyekûn bir karşı koyuş ile püskürtülebilir. İşçi sınıfı ve emekçiler için insanca çalışma koşullarına ve onurlu bir yaşama kavuşmak ancak sermaye sınıfına ve onun iktidarına karşı bütünsel bir duruşla, “sınıfa karşı sınıf” bilincini kuşanmış birleşik bir direnişle mümkündür.