Paris İklim Anlaşması:

Asıl marifet yükümlülüklerini yerine getirebilmektir!

Dünyanın dört bir yanını yağma ve talana açan, doğada geri dönüşü imkansız tahribatlar yaratan emperyalist ve kapitalist devletlerin, böyle “biçimsel” anlaşmalar ile sorumlusu oldukları iklim krizine çözüm bulmaları mümkün değildir. Aynı gerçek Türkiye için de geçerlidir.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 15 Ekim 2021
  • 19:00

Paris İklim Anlaşması olarak bilinen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, Aralık 2015’te, 21. Taraflar Konferansı’nda kabul edilmişti. Türkiye’nin de 22 Nisan 2016 tarihinde 175 ülke ile birlikte imzaladığı anlaşma, 4 Kasım 2016 tarihinde yürürlüğe girdi. Ancak taraf olan 197 ülkenin imzası bulunan Paris Anlaşması’na Eritre, Irak, İran, Libya, Yemen ve Türkiye ülkeleri taraf olmadı.

“Dünyanın ilk kapsamlı” iklim anlaşması olma özelliğine sahip olan Paris Anlaşması’nı onaylayan ülkelerin, anlaşmaya göre küresel sıcaklık artışını 1,5 dereceyle sınırlandırmak ve 2050’ye kadar sera gazı emisyonlarını sıfırlamak için harekete geçmesi gerekiyor. Bu da ülkelerin petrol, kömür vb. fosil yakıt kullanımını azaltması ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmesi gibi belli adımları atması anlamına geliyor.

Türkiye, Paris Anlaşması’nı onaylamayan tek G20 ülkesiydi aynı zamanda. Aradan geçen 5 yılın ardından, 21 Eylül 2021’de, New York’ta düzenlenen BM Genel Kurulu’nda konuşan AKP şefi Erdoğan, Paris İklim Anlaşması’nı onaylayarak, Türkiye’nin anlaşmaya taraf olacağını duyurdu. Sonrasında anlaşmayı onaylamaya dair kanun teklifi TBMM’ye sunuldu ve Meclis’teki tüm partilerin oyları ile kabul edildi. Böylelikle önümüzdeki ay İskoçya’da yapılacak 26. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı (COP26) öncesinde Türkiye anlaşmaya “taraf” olmuş oldu.

Türkiye taraf olmak için neden beş sene bekledi?

Aslında soru şu şekilde de sorulabilir: Türkiye 5 sene beklememiş, hemen imzalamış ve taraf olmuş olsaydı gereken adımları atacak mıydı? Anlaşmayı baştan imzalayan ve taraf olan ülkelerin geçen 5 sene içinde iklim krizine dair ciddi hiçbir adım atmadığı gerçeği orta yerde duruyorken, Türkiye’nin farklı bir adım atması beklenebilir miydi? AKP-MHP iktidarı arkasında saflaşmış sermaye sınıfının Türkiye’deki doğayı nasıl bir oburlukla yağmaladığına bakmak cevap için yeter de artar. Ayrıca temelinde doğanın ve canlı yaşamının korunmasının olmadığı, küçük bir azınlığı oluşturan asalak bir sınıfın kârının ve emek gücünü vahşice sömürmesinin her şeyin başında geldiği bir sistemde başka türlüsü beklenemez zaten.

Türkiye’nin beş yıl bekledikten sonra Paris Anlaşmasını onaylamasının arkasında Avrupa’nın para teklifi olduğu söyleniyor. Politico.eu sitesinde yayınlanan bir haberde, “Türkiye'nin bu hafta Paris iklim anlaşmasını onaylaması, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hükümetine Fransa, Almanya, İngiltere ve iki kalkınma bankası ile yapılan görüşmelerde mali destek garantisi teklif edilmesinin ardından geldi” bilgisi paylaşıldı. Ayrıca “Yeşil İklim Fonu” ile ilgili hesapların da bu adımda rol oynamış olacağı belirtiliyor. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne göre Türkiye, yani gelişmiş ülkeler (Ek-1) kategorisinde yer almaktadır. Bu kategoride yer alan ülkeler, Paris Anlaşması ile çerçevesi çizilen yeni düzenlemede, gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere sağlayacağı mali desteğin birikeceği ana havuz olan “Yeşil İklim Fonu”ndan yararlanamamaktadır. Türkiye’nin bu fondan yararlanabilmek amacıyla listeden çıkma konusundaki girişimleri ise her defasında başarısız olmuştur.

Türkiye’de sera gazı emisyonu rekor seviyede

Paris Anlaşması’na taraf olunmasının ardından, AKP şefi Erdoğan Türkiye’de sera gazı salınımını önümüzdeki dokuz yılda azaltacağını, hatta 2053’te sıfırlayacağını iddia etti. Ayrıca Türkiye’de, 2012’de 430 milyon ton olan sera gazı emisyonunu 2030’da 929 milyon tonun altında tutacağını söyledi. Yani emisyonu iki kattan fazla artırdıktan sonra azaltacağını ifade etti. Türkiye’deki sera gazı emisyonuna dair açıklanan başka verilere baktığımızda, Türkiye’de karbondioksit (CO2) eşdeğeri olarak 2018 yılı toplam sera gazı emisyonu, 1990 yılına göre yüzde 138 artış göstermiştir. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre ise, 1990 yılında kişi başı karbondioksit eşdeğer emisyonu 4 ton/kişi olarak hesaplanırken, bu değer 2018 yılında 6,4 ton/kişi olarak hesaplanmıştır. 1990’da 219,2 milyon ton olan toplam sera gazı emisyonu 2018 yılında 520,9 milyon tona yükselmiştir. Yani anlaşmaya taraf olunsa da tıpkı sarayın şefinin yukarıda da ifade ettiği gibi, aslında Türkiye, emisyon azalımını taahhüt etmemektedir. Özellikle sera gazı emisyonlarında büyük paya sahip olan sektör enerji sektörü olduğu halde, örneğin iklim krizinin en önemli sebeplerinden olan kömürlü termik santrallerin Türkiye’de kapatılacağına dair herhangi bir çalışma başlatılmamıştır. Kapatmak bir yana, Türkiye’de bu santrallere yenileri eklenmek istenmektedir. Termik santrallerin yanında bir de fosil yakıt kullanımının azaltılması ve yerine rüzgâr, güneş ve yeşil hidrojen gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılması gerekse de yine buna dair herhangi bir açıklama yapılmamıştır.

Her ne kadar emperyalist-kapitalist devletlerin imzasını taşısa da Paris İklim Anlaşması yaşadığımız sistemin işleyişine aykırı yükümlülükler taşıdığı için “biçimsel” bir belge olarak kalmaya devam etmektedir. Dünyanın dört bir yanını yağma ve talana açan, doğada geri dönüşü imkansız tahribatlar yaratan emperyalist ve kapitalist devletlerin, böyle “biçimsel” anlaşmalar ile sorumlusu oldukları iklim krizine çözüm bulmaları mümkün değildir. Aynı gerçek Türkiye için de geçerlidir. Rant ve talan uğruna doğanın talan edildiği, daha fazla sera gazlarının salınımının önünün açıldığı ve bundan dolayı küresel ısınmanın arttığı emperyalist-kapitalist sistemde iklim krizinin çözülmesi devletlerden beklenemez. Emperyalist-kapitalist sistemin değişmesi için topyekûn harekete geçmek ve örgütlü mücadeleyi yükseltmek, iklim krizinin çözümünün yegane yoludur.