Gerek İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, gerek 1965 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından oybirliğiyle kabul edilen Uluslararası Sözleşme ve gerekse de 1963 tarihli Birleşmiş Milletler Bildirgesi, tüm dünyada, ayrımcılığı ve ırkçılığı yasaklıyor. “Irkçı ayrımcılığın her türünün ve şeklinin süratle ortadan kaldırılması” gerektiği, tüm “büyük insan hakları belgeleri” ve uluslararası yasalarca teyit ediliyor. Bütün ulus devletlerin anayasasında ırkçılığın yasak olduğu, herkesin kendi ulus devletinde aynı vatandaşlık haklarına sahip olduğu ve bu hakların anayasal teminat altında olduğu belirtiliyor.
Fakat bunların tümünün kağıt üzerinde olduğu ve tüm dünyada ayrımcılık ve ırkçılığın yükselişe geçtiği, gündelik yaşamın temel bir olgusu olarak karşımızda duruyor. Geçmişte sömürgecilik ve kölelik için bir gerekçe ve araç işlevi gören ırkçılık, bugün de sömürü ve baskı düzeninin devamını sağlamak ve bunun için de işçi sınıfını bölüp birbirine düşman etmenin, bu yolla sömürüyü derinleştirmenin etkili bir aracı olarak kullanılıyor. Her türlü sömürünün doğasında var olan ırkçılık, inanılmaz ve ölçülemez fiziksel yıkımın, büyük suçların ve katliamların da nedeni olabilmektedir. Tarih, dünyada ve elbette ki Türkiye’de de bunun sayısız örneklerine tanıklık etmektedir.
Dünya ölçüsünde yükselişe geçen ırkçılık
Kapitalist dünyanın uzun yıllara uzanan bunalımı ve birbirini izleyen kriz ataklarıyla birlikte dünya çapında işçi sınıfına karşı kapsamlı bir saldırı dalgası başladı ve bu giderek derinleşti. Bu gelişmelere paralel olarak ırkçılık da tırmandı, tırmandırıldı. Bu olgu, kapitalist sistemin çok yönlü krizinin dolaysız bir ürünü, kapitalist dünyanın krize tepkisi oldu. Zira sermayenin 1980’lerden itibaren ağırlaşmaya başlayan, ‘90’larda yeni bir ivme kazanan ve 2008’de ise ABD’de patlak vererek tüm dünyada sarsıcı etkiler yaratan ekonomik-mali krizi, neo-liberal saldırı politikalarını azdırdı. Sınıfın iktisadi ve sosyal haklarından geriye kalan tarihsel kazanımları peyderpey gasp edildi. Bu sürece, siyasal gericiliğin yanı sıra ırkçılığın ve göçmen düşmanlığının yükselişi eşlik etti.
Ezilen ulus, ırk ve milliyetlere, farklı din ve mezheplere, LGBTİ’lere ve göçmenlere karşı baskı ve saldırganlık da bu süreç içinde dünya ölçüsünde belirgin bir ivme kazandı. Emperyalist burjuvazi ve kapitalist hükümetler bütün bir toplumsal gericilik birikimini emekçi sınıflara karşı harekete geçirirken, ırkçılıktan da en etkin bir şekilde yararlanma yoluna gittiler. ABD örneğinde olduğu gibi, ırkçılığa karşı kitlesel boyutlar kazanan mücadele ise her yolla kriminalize edilmeye, organizatörler ve katılımcılar da “terörist” gösterilmeye çalışıldı-çalışılıyor ve linç girişimlerine uğruyor.
Yükselişe geçen ırkçı saldırganlık ve şoven kudurganlık, kapitalizme karşı mücadelenin giderek yaygınlaşıp geliştiği bir dönemde ayrıca körükleniyor. Çünkü sermaye sınıfının krizden çıkmak için krizin faturasını işçi ve emekçilere ödetmek çabası, emekçileri sosyal mücadelelere yöneltmektedir. Bunun karşısına ise başka şeylerin yanı sıra ırkçılık ve şoven milliyetçilikle çıkılıyor. Zira kışkırtılarak büyütülen ırkçı-şoven dalga, işçi sınıfını bölüp parçalamak, kapitalizmin çok boyutlu saldırılarına karşı büyüyen tepki ve öfkeyi yanlış kanallara akıtmak ve yedeklemek için kullanılıyor. İslami gericiliğin, somutta IŞİD gibi katiller ve tecavüzcüler sürüsünün Avrupa kentlerindeki katliamları da kapitalist hükümetler için büyük bir imkana dönüşüyor. Bu yolla Avrupa işçi sınıfı ve emekçileri arasında milliyetçilik zehiri daha etkili yayılıyor.
Irkçı ve İslamcı çeteler tarafından gerçekleşen katliamlarla yaratılan kan deryası içinde, emperyalist burjuvazinin tırmandırdığı “teröre karşı savaş” işçi sınıfı ve ezilen halklara yeni faturalara dönüşüyor. Özetle tüm “büyük insan hakları belgeleri” ve uluslararası yasalarca teyit ediliyor olmasına rağmen ırkçılık, yabancı ve göçmen düşmanlığı bizzat emperyalist burjuvazi tarafından kışkırtılıp geliştiriliyor. Yanı sıra istihbarat kurumlarının, polis teşkilatının ve ordunun kapıları da ırkçılara sonuna kadar açılıyor.
Türkiye’de ırkçılık
Türkiye’nin geçmişinde inanç, mezhep, kimlik eksenli saldırı, katliam ve vahşet eksik olmadı. Ermeniler, Kürtler, Rumlar, Aleviler ve daha başka mezhep ve azınlıklar ırkçı-faşist katliamlardan geçirildi. Irkçılık ve etnik ayrımcılık, Türkiye’de tarih boyunca Müslüman ya da Sünni olmayan azınlıklara, etnik kimliği Türk olmayan milliyetlere yönelik olarak etkin bir şekilde ve katliamlara varan boyutlarda kullanıldı. 6-7 Eylül olayları, Çorum, Maraş, Sivas katliamları ve günümüze kadar devam eden daha niceleri taze örnekler olarak önümüzde duruyor.
Yıllardan beridir Kürt halkına ve kazanımlarına karşı içerde olduğu gibi dışarda da tam bir kudurganlık sergileniyor, ırkçı histeri tırmandırılıyor. HDP’ye yönelik zorbalık, seçilmiş temsilcileri ve siyasetçileri kapsayan kitlesel tutuklamalar, HDP binalarına saldırılar, milletvekillerinin dokunulmazlıklarını düşürmek için hazırlanan fezlekeler, Kürt yurtseverlerine, mevsimlik Kürt işçilerine karşı linç girişimleri ve helikopterden atma gibi vahşi cinayetler ve son olarak Konya’da katliama varan saldırıların ardı arkası kesilmiyor. Benzeri ırkçı hezeyanlar aynı düzeyde olmasa da Alevilere, Müslüman ve Türk olmayan başka azınlıklara karşı da sergileniyor. Zira her şeyden önce ırkçılık Türk devletinin mayasındadır ve yapısaldır.
Türkiye kapitalizminin çok boyutlu ağır bir kriz yaşadığı ve iktidarın her alanda zayıflayıp sıkıştığı, çaresizlik ve iflasla yüz yüze kalıp bunaldığı, meşruiyetinin zayıfladığı, hiçbir sorunu çözme yeteneğine sahip olmadığı bir süreçten geçiliyor. Sürekli olarak dağ gibi büyüyen sosyal, iktisadi ve siyasal sorunlar ve dış politikadaki iflas, yanı sıra düzen ve devletin tümüyle çeteleşip mafyalaşması, boğazına kadar kire batmış olması gerçeği, AKP-MHP iktidarının çaresizliğini daha da derinleştiriyor. Bu tabloyu, Türkiye’de işsizliğin, yoksulluk ve açlığın, eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin, baskı ve terörün giderek büyümesi tamamlıyor. Dolayısıyla işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin, toplumun ezilen ve sömürülen öteki kesimlerin “artık yeter” diyen isyan duygusu kabarıyor.
Bütün bu tablo karşısında saray rejimi akıl almaz düzeyde bir yalan makinası işletmekten, devlet terörü ve zorbalığının yanı sıra en rezilinden bir ırkçılığı ve şoven milliyetçiliği kışkırtmaktan ve din istismarına daha fazla sarılmaktan başka pek bir şey yapamamaktadır. İktidarı boyunca da temelde yaptığı bu oldu. Özellikle de son yıllarda toplumu bölmeyi, birbirine düşmanlaştırmayı, Kürtlere, Alevilere, öteki azınlıklara ve göçmenlere karşı nefreti büyütmeyi, ırkçılık ve şoven kudurganlığı sistematik olarak kışkırtmayı, bu yolla da kendisine karşı gelişen hoşnutsuzluğu ve büyüyen öfkeyi kontrol etmeyi ve yanlış hedeflere yöneltmeyi, kendi varlığını sürdürmenin neredeyse tek yol gören bir rejim gerçeğiyle yüz yüzeyiz.
İşçi sınıfının örgütlü birliğini sağlamak
Saray rejiminin pervasızlığa varan saldırganlık ve zorbalığını, ırkçılığı olağan bir politika olarak en etkin bir şekilde kullanmasını ve din istismarını kolaylaştıran şey, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyinin geriliğidir. Dolayısıyla sınıf bilinçli işçiler, din, mezhep, ırk, ulus ve cins farkı gözetmeksizin sermaye iktidarına ve onun şimdiki temsilcisi saray rejime karşı bileşik bir mücadele geliştirmek, işçiler içinde büyüyen tepki ve hoşnutsuzluğu iktidara yöneltmek için çaba harcamalıdırlar. Sınıf bilinçli işçilerin çabalarını kolaylaştırmak ise devrimcilerin temel sorumluluk alanıdır.
Bu başarılmadığı durumda kapitalist krizin yıkıcı etkileri altında rejime karşı hoşnutsuzluğu artan ve öfkesi büyüyen sınıf ve emekçi kitlelere, devrimci bir çıkış alternatifi sunabilmek olanaklı değil. Bu durumda ezilen ve sömürülen emekçilerin, milliyetçiliğin ve ırkçılığın tuzağına düşmek kaçınılmaz olmaktadır. Bugünkü dinci-faşist iktidarın şoven milliyetçiliği ve ırkçılığı etkin bir araç olarak kullanmasının ve ondan gereğince yararlanmasının önüne geçmek, sınıfın örgütlü birliğini yaratmayı zorunlu kılmaktadır.
Gündelik olarak sermaye devletinin ırkçı-şoven propagandalarına maruz kalan ve şovenizm zehriyle sersemletilen işçi sınıfının örgütlenmesi ve sosyal mücadeleye çekilmesi, ırkçılığa karşı mücadelenin panzehiridir. Dolayısıyla, “sınıfa karşı sınıf” bakış açısıyla, farklı ulus, milliyet ve mezheplerden proletaryanın birleşik örgütlenmesi yaratmak ve böylece işçi sınıfını örgütlü bir güç olarak şovenizmin ve ırkçılığın karşısına çıkarmak, biricik alternatiftir.