17 Ağustos Gölcük-İzmit depreminin 21. yıldönümü vesilesiyle beklenen Marmara depremi tekrar gündeme geldi. Deprem tehlikesi karşısında yapılması gerekenler genellikle 17 Ağustos'un yıldönümlerinde veya bir deprem meydana geldiğinde hatırlanıyor. Bu günlerde bilim insanlarının, meslek odalarının açıklamalarına-uyarılarına TV'lerde, gazetelerde genişçe yer veriliyor.
AKP iktidarının temsilcileri de bu günlerde çıkıp ikiyüzlü bir şekilde depreme karşı aldıkları sözde önlemleri ve yaşanan depremlerden sonra neler yaptıklarını anlatıp işi şova çeviriyorlar. Oysa yaptıkları tek şey, deprem ‘toplanma alanı’rını ranta açmaktır. Sonrasında ise deprem ve alınması gereken önlemler gündemden düşüyor ve sanki böyle bir tehlike yokmuş gibi davranılmaya devam ediyor. Oysa deprem, Türkiye'nin sürekli gündeminde tutulması ve gerekli önlemlerin alınması şart olan bir sorun alanıdır.
Gölcük-İzmit depreminin üzerinden 21 yıl geçmesine rağmen beklenen Marmara depreminin tahribatını ve insan kaybını azaltmak için gerekli önlemler alınmadı. Uzmanlar Marmara Bölgesinde 7-7,2 şiddetinde deprem beklendiğini, bunun da ciddi yıkım ve can kaybına sebep olacağını bilimsel verilere dayanarak ortaya koyuyorlar. Ancak bilim insanlarının, ilgili meslek odalarının açıklamalarına, uyarılarına rağmen depremin yaratacağı yıkımın etkileri ve bununla paralel olarak can kayıplarını azaltacak hiç bir ciddi önlem alınmıyor.
İşçi-emekçiler kaderlerine terk ediliyor
Pek çok işçi ve emekçi hasarlı ve riskli binalarda oturuyor, çalışıyor. Acil toplanma alanı olarak ilan edilen alanlar ise AKP eliyle ranta açılarak ya AVM ya da rezidans inşa ediliyor. Öyle ki, dinci-rantçı zihniyet İstanbul’da işgal edilmemiş deprem toplanma alanı bırakmadı. Diğer yandan depremin yaratacağı etkiyi büyütecek, İstanbul'u doğal ve kültürel açıdan yıkıma uğratacak Kanal İstanbul gibi rant projeleri de ısrarla gündemde tutuluyor. Depreme ayrılması gereken bütçe Kanal İstanbul gibi rant projelerinde çarçur ediliyor. Bu tablo insan ve doğa odaklı değil sermayenin çıkarlarına göre şekillenen ve rant odaklı gelişen kapitalist kentleşmenin yarattığı büyük tehlikeyi gözler önüne seriyor.
Sermayenin temsilciliğini yapan dinci-faşist AKP-MHP iktidarı nasıl ki salgın sürecinde “çarklar dönecek, üretim devam edecek” diyerek işçi ve emekçilerin sağlığını-canını hiçe saydıysa, deprem tehlikesi karşısında da aynı bakış açısı ile hareket ediyor. Depreme dayanıklı olmayan binalarda yaşayan işçi ve emekçiler ya kendi kaderlerine terk edilmekte ya da ‘kentsel dönüşüm’ adı altında gerçekleşen ‘rantsal dönüşüm’ kurbanı olmaktadırlar. “Rantsal dönüşüm” sonucu inşaa edilen “sağlam” binalarda işçi ve emekçiler yaşayamamakta, kentin dışına çıkarılarak gene depreme dayanıksız binalarda yaşamak zorunda bırakılıyorlar.
İnşaat tekelleri semiriyor, doğa talan ediliyor
Deprem karşısında işçi ve emekçiler adeta ölüme terk edilirken sermaye sahipleri ise kendi korunaklı alanlarında yaşıyorlar. Diğer yandan yandaş inşaat tekelleri AKP iktidarı döneminde semirdikçe semiriyor. Orman alanları, su havzaları, dereler yapılaşmaya, HES vb. projelerin yapımına açılıyor, her yer betonlaşıyor. Böylece hem depremin hem de diğer doğal afetlerin yaratacağı yıkımı derinleştirecek projeler fütursuzca hayata geçiriliyor. AKP iktidarı döneminde yapılan “mega projeler”in ihalelerinin hepsi Kalyon, Cengiz Holding, Limak, Kolin gibi yandaş inşaat tekellerine altın tepside sunuldu/sunuluyor. Böylece inşaat tekelleri semirirken saray rejimi bundan nemalanıyor ama aynı zamanda doğa talan ediliyor, doğal afetlere davetiye çıkartılıyor.
Kapitalizm sermayenin çıkarları için doğayı ve insanlığı yıkıma sürüklüyor. Rant uğruna gerekli önlemler alınmadığı için depremin yaratacağı korkunç yıkım karşısında sermeyenin temsilcisi AKP-MHP iktidarı umursamazca davranıyor, “benden sonrası tufan” bakış açısı ile hareket ediyor.
Depremin ve doğal afetlerin yıkıcı etkilerinden en çok etkilenen/etkilenecek olan işçi sınıfı ve emekçiler gerekli önlemlerin alınması için taleplerini yükseltemiyor, mücadele etmek yerine sessiz kalıyorlar. Bu ise, iktidarı daha da pervasızlaştırıyor. Depremi “kader” olarak görüp, mücadeleden kaçmanın ise işçi ve emekçilere büyük bir yıkım ve ölümden başka bir şey getirmeyeceği açıktır. Doğanın yok edilmediği, depremin öldürmediği bir yaşam için işçi ve emekçilerin yaşamlarını hiçe sayan sermaye ve onun temsilciliğini yapan dinci-faşist iktidara karşı mücadeleden başka bir çıkış yolu bulunmamaktadır.