Türkiye toplumu yaklaşık bir ay sonra gerçekleştirilecek olan 23 Haziran İstanbul seçimine kilitlenmiş bulunuyor. Gelinen yerde sermaye çevrelerinden düzen partilerine, reformist soldan diğer toplumsal mücadele dinamiklerine kadar hemen herkesin tek gündemi 23 Haziran seçimidir. Komünistler tarafından söz konusu seçimlerin “ülke çapında bir siyasi boy ölçüşme” arenası olarak nitelenmesi de bu gerçeğe dayanıyor.
Keyfiliğin ve zorbalığın gerisindeki büyük korku
Erdoğan yönetimi, 2017 referandumundan bugüne gerçekleşen her seçim sürecini, kurmak istediği faşist tek adam rejiminin meşru dayanağı haline getirme bakışı ile hareket etti. Baskı, hile ve türlü ayak oyunları ile elde ettiği seçim başarılarını, arkasına aldığı toplumsal desteğin göstergesi saydı. “Beka meselesi” olarak kodladığı 31 Mart yerel seçimlerinde elde edeceği olası başarıyı ise faşist tek adam rejimini topluma yeni bir düzeyde dayatmanın imkanına çevirmeyi hesaplıyordu. Fakat hesapları tutmadı. İstanbul başta olmak üzere, Türkiye’nin siyasi ve toplumsal yaşamında önemli yer tutan büyük şehirlerin neredeyse tamamını kaybetti.
Şaibeli bir dizi seçim başarısını “milli irade” sayarak, her vesileyle toplumsal dayanaklarının hâlâ güçlü olduğunu iddia eden Erdoğan yönetimi, 31 Mart seçimleri üzerinden ortaya çıkan tabloyu da aynı yerden okuyor. Elbette bu sefer seçim sonuçlarının kendi açısından ortaya çıkardığı negatif ve sarsıcı etkiler üzerinden... Tabloya bakıp kendi akıbeti hakkında kaygıya düşen dinci-faşist iktidarın 31 Mart İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerini tamamen keyfi bir tutumla iptal etmesinin gerisinde tam da bu değerlendirme yer alıyor. Seçimlerin yenilenmesi kararı ise dinci-faşist iktidarın içerisine düştüğü aczin ve korkunun ne denli kuvvetli olduğunu gösteriyor.
Erdoğan yönetimini saran korkular elbette nedensiz değil. Zira, gerek Türkiye kapitalizmini pençesine alan ekonomik kriz ve onun yarattığı bir dizi açmaz, gerekse iç ve dış politika alanında giderek belirginleşen siyasal krizler AKP iktidarını fazlasıyla boğuyor. Dahası, tüm bu kriz dinamiklerinin alttan alta mayaladığı toplumsal hoşnutsuzluklar esas olarak korkularını döne döne tetikliyor. Bu nedenle Erdoğan ve avenesi her kıpırdanmanın arkasında ya Gezi arıyor ya da darbe psikozuna giriyor. Ağırlaşan ekonomik kriz koşullarında topluma verebilecek herhangi bir şeyi olmayan, denebilir ki bu alanda sıfır manevra kabiliyeti kalan faşist Erdoğan yönetimi çıplak baskı ve zorbalığı pervasızca devreye sokuyor. AKP iktidarının siyasal gelişmeler karşısında da esneme ve manevra yeteneğinden yoksun kaldığını, bir milim geri adım atma imkanını dahi tükettiğini son seçim tablosu karşısında aldığı tutum üzerinden bir kez daha görmüş olduk.
Faşist baskı ve dayatmalara karşı mücadeleye
Yenilenecek olan İstanbul seçimlerinin öne çıkan aktörleri bir kez daha düzen muhalefeti ile Erdoğan yönetimi olacak. Zira, minderde düzenin bu iki temel gücü başa güreşecek. Fakat, seçimlerden sonra ortaya çıkacak tablo, gerek kriz ve belirsizlik içerisinde debelenen düzen siyaseti açısından gerekse toplumsal mücadele dinamikleri bakımından önemli sonuçlar doğuracaktır. “Son yıllardaki şaibeli seçimlerle meşruiyet yönünden lekelenmiş bulunan ve yerel seçimlerde büyük kentlerin büyük bir bölümünü yitirerek önemli bir darbe alan AKP, yenilenecek İstanbul seçimlerini kazanarak tüm bunların politik ve moral yükünden bir dönem için kurtulmayı hedefliyor. Fakat tersinden, başvuracağı her türlü kirli yol ve yönteme rağmen kaybederse, iktidar meşruiyetini yitirmekle kalmayacak, yarattığı korku atmosferinde artık onarılması kolay olmayacak büyük gedikler açılacaktır. Böyle bir gelişmenin devrimci siyasal mücadele ve işçi sınıfı hareketinin seyri bakımından anlamı ve önemi yeterince açıktır.” (İstanbul seçimleri ve devrimci sınıf tutumu, www.tkip.org)
Yukarıdaki bakış açısı ile düzen siyasetini belirleyen çok yönlü krizi derinleştirmek, kriz ortamında ortaya çıkacak imkanları sınıf hareketini geliştirmek ve toplumsal mücadele dinamiklerini güçlendirmek için değerlendirmek günün en temel sorumluluğu olarak öne çıkmaktadır. Bu aynı olgu, darbe sürecinin ardından yeni bir dengeye oturan ve burjuva iktidar ile muhalefet güçleri şahsında cisimleşen rejim krizinin ortaya çıkaracağı imkanları değerlendirmek açısından da böyledir. Mesele hiçbir biçimde düzen güçlerinin biri ya da ötekisi arkasında yedeklenme ya da düzen siyasetinin çatlaklarında politika yapma meselesi değildir. Burada mesele sermayenin demir yumruğu olmaya soyunan; grevleri yasaklayan, hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran, savaş ve saldırganlıkta gemi azıya alan, faşist baskı ve zorbalığı kurumsallaştırmaya çalışan ve topluma her vesileyle kendisini dayatan dinci-faşist iktidarın açmazlarını derinleştirecek bir mücadele pratiği ortaya koymaktır. Bu yolla Erdoğan yönetimi tarafından her vesileyle ezilmeye çalışılan
toplumsal mücadele dinamiklerinin önünü açacak bir mücadele ekseni oluşturmaktır.
23 Haziran seçimleri üzerinden sınıf devrimcilerini, ilerici-sol güçleri ve diğer toplumsal mücadele odaklarını, “Faşist baskı ve zorbalığa geçit yok!” şiarını esas alarak mücadeleyi büyütmek, bu yolla faşist Erdoğan rejiminin çözülüşünü hızlandırmak ve düzen siyasetinde baş veren krizi çeşitli yol ve yöntemle derinleştirmek görevi bekliyor.